Aşağıdaki hikaye Ömer Seyfettin`in Kurumuş
Ağaçlar kitabından alınmıştır. Uzun bir hikayedir ve Ömer Seyfettin`in son
hikayalerinden biridir.
Özgür Ansiklopedi Wikipedi, Ömer Seyfettin
hakkında şu bilgileri verir; ’’(Doğum 1884, ölüm 6 Mart 1920) Türk
edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Asker, şair ve güçlü bir edebi
yeteneği olan bir öğretmendir. Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. Ayrıca
edebiyatta Türkçülük akımının kurucularındandır. Türkçede sadeleşmenin
savunucusudur. Kısa ömrüne pek çok sayıda eser sığdırmıştır.’’
İyi anlaşılması için tekrar vugulamakta yarar var;
Bundan ötesi yoktur!...
O, Türk Edebiyatı’nın başmimarlarından biri dir.
Ömer Seyfettin en yakın arkadaşı olan Ali Canip Yöntem
geçmişte Kurumuş Ağaçlar adlı hikaye ile ilgili şunları söylemiştir; ‘‘Bu
hikaye Ömer Seyfettin’in en son hikayesi dir. En küçük bir anlatımdan
mükemmel bir hikaye ortaya çıkardı. Ömer Seyfettin’in son günlerinde
mevzu bulamıyorum diye kaderleniyordu. Bir gece annemden bir masal söylemesini
rica etti. İşte bu Kurumuş Ağaçlar’ı annemden dinledikten sonra
yazdı. Artık bir şey yazamıyordu. Hastalandı ve öldü’’.
Ali Canip Yöntem’in bu anlatımından yola çıkarsak Ömer Seyfettin’in Kurumuş Ağaçlar’ı masal anlatımından esinlenerek yazdığı yönündedir.
Yazar ve edebiyatcıların esinlenme sezileri güçlüdür. Buna bir itiraz olamaz. Bir anlatımdan yola çıkarak mükemmel bir hikaye yazıp, bir kelimenin izini sürerek sürükleyici bir romanı ortaya çıkartmaları gibi.
Kısa bir süre önce Ömer Seyfettin’in Kurumuş
Ağaçlar adlı hikayesini okuduğumda hikayenin sonlarına doğru ’’yok bu
kadar, bu kadar olmaz!’’ diye kendi kendime hayıflandım. Hikayeyi baştan
sona tektar okudum. Esinlenme formatının farklı olduğunu, ’’minareyi çalan kılıfını
hazırlar‘‘ misali, Ali Canip Yöntem’im ‘‘annemin anlattığı masalden
esinlendi‘‘ söyleminin bir kılıf olduğuna kanaat getirdim.
Minare çalınmış, kılıfı ise masal olarak tasarlanmıştı.
Minarenin çalınıp, kılıfının nasıl masallaştığına geçmeden önce Ömer Seyfettin`in Kurumuş Ağaçlar kitabındaki hikayesini
mutlaka okumak gerekiyor.
‘’Deli Murat, memleketin en azılı bir derebeyi
idi! Fakat yaşlandıkça aklı başına geldi. İyinin, kötünün farkına varmaya
başladı. Artık en küçük bir fenalık bile onun vicdanında sönmez bir azap
cehennemi tutuşturuyordu. Elli yaşına girmişti. Hacca gitmek niyetindeydi.
Lâkin hangi yüzle?.. Uzun kış geceleri, vahşî bir saraya benzeyen kulesinin
tenha odasında, ocağın alevlerine dalarak yaptıklarını düşünürdü. Tam otuz
sene... Etmediği kalmamıştı. Soyduğu kervanları, kaldırdığı kızları, vurduğu
postaları, yaktığı köyleri, yıktığı hanları, bastığı şehirleri hep birden
hatırladı. Hele öldürdüğü insanlar... Bunları unutabilmek imkanı yoktu. Vâkıa
çoğunu kendi nefsini kurtarmak için öldürmüştü. Fakat ne olursa olsun, yine
kandı! Evet, kırk kan!...
Bir gece sabaha kadar uyuyamadı. Daha şafak sökmeden
atlarını hazırlattı. Kasabaya doludizgin koştu. Sabah namazını henüz bitiren Karababa'yı
seccadesinde buldu. Bu Şeyh, devrinin en büyük erenlerindendi. Tekkesi
ümitsizlerin mâbediydi. Deli Murat'ı görünce gülümsedi:
— Hoş geldin. Seni bekliyordum, dedi.
— Beni mi?
— Evet.
— Niçin?
— Hacca gitmek istiyorsun, değil mi?
— ....
Deli Murat, bu her şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten
haberdar, mübarek ihtiyarın eline sarıldı. Öptü:
— Fakat yüzüm yok, babacığım, dedi.
— Allah her şeyi affeder.
— Benim kabahatim çok. Günahlarım çok büyük...
— ......
Seccadenin kenarına diz çöktü. Ağlaya ağlaya mazisini
anlattı. Bunlar hatırında durdukça, peygamberin mezarına yüz sürmeye cesaret
edemeyecekti. Karababa:
— Senin kırk kanın var! Dedi.
— Evet.
— Allah bunları bile affeder.
— Nasıl?
— Ya ölüme lâyık bir adamı vurursun...
Deli Murat:
— Aman aman, diye haykırdı, ben artık adam öldüremem!
Karababa:
— Yahut da, büyük bir menzil açar, geleni
geçeni fakir, zengin ayırt etmeden doyurursun. Hepsinin gönlünü hoş
edersin! Dedi.
Deli Murat, bu ikinci kefareti muvafık buldu.
Parasının sayısını bilmezdi. Bir menzil değil, on menzil
açabilirdi.
— Pekala babacığım, dedi, yarından sonra menzil
açıktır. Fakat kanlarımın affolunup olunmadığını nereden bileyim?
— Bilip de ne yapacaksın?
— Hacca gideceğim.
Karababa
bir an düşündü:
— Menzilin iç bahçesine kurumuş ağaçlar dik...
Dedi.
— Kurumuş ağaçlar mı?
— Evet, bunlar yeşerip çiçek açınca, kanların
affedilmiş, kefaretin kabul olunmuştur.
— Hiç kurumuş ağaç yeşerir, çiçer açar mı?
— Açar.
— !...
Deli Murat'ın vahşî bir saraya benzeyen kulesi geniş
ovaya inen yolun üstünde idi. Yedi ülke yolcuları önünden geçmeye mecburdu.
Burasını hemen menzil haline koydu. Her odaya bir sofra kurdu. Günde yirmi kazan
kaynıyordu. Ekmeğinden, etinden, pilavından yedirmeden kimseyi geçirtmezdi. İç
bahçeye de Karababa'nın dediği gibi kurumuş ağaçlar diktirdi. Her gün
bunları yokluyordu. Aradan bir sene, iki sene, üç sene geçti. Kurumuş
ağaçlar yeşermek şöyle dursun, hatta çürümeye, kurtlanmaya yüz tutmuştu.
Her gün yine kazanlar kaynıyor, yaz, kış hayrat devam ediyordu. Deli
Murat'ın içine şüphe girdi: "Budala mıyım? Hiç kurumuş tahtalar
çiçek açar mı? Karababa beni daima hayrat yapayım diye böyle aldatmış
olmalı!" Diyordu. Gündüzleri menzilin önündeki çardağa oturur, uşakların,
yolcuları nasıl ağırladıklarına nezaret ederdi. Karnı tok olanlara bile mutlaka
aşından bir yudum tattırırdı. Bir gün bu çardakta kefaretinin kabul olunup
hacca gidebileceğini düşünürken daldı. Tatlı bir rüya görmeye başladı. Bir
devenin üstünde, tek başına, çöl ortasında gidiyordu. Deve birdenbire durdu.
Deli Murat uğraşıyor, bir türlü yürütemiyordu. Nihayet deve silkindi. Murat
kumlara yuvarlandı. Gözlerini açıp, "Hayırdır inşallah!" derken,
uşaklarının yol üstünde bir atlı ile uğraştıklarını gördü. Dikkat etti. Bu adam
atından inmiyor:
— Bırakın beni! Acele işim var. Duramam! Bırakın...
İnmem...
Diyordu. Uşaklar zorluyorlar, "İn, bir yudum
çorba iç. Sonra git, seni bırakırsak, ağa bize darılır." diye
yalvarıyorlardı.
Deli Murat doğruldu. Kendisi de inmesi için atlıya
ricaya gidecekti. Kalktı. Tam yola doğru yürürken yolcu atını şaha kaldırmış,
uşakların elinden kurtulmuştu. Deli Murat'ın inat damarı tuttu. İçinden, "Ulan,
ben sana mutlaka aşımdan tattıracağım!" dedi. Belinden tabancasını
çıkardı. Havada uçan serçe kuşlarını nişan almadan vurabilirdi. Yolcunun hızla
uzaklaşan atına güzel bir nişan aldı. "Hayvan ölünce gidemez. Çorbayı
içer. Ben ona en iyi atlarımdan birini hediye ederim, memnun olur..."
diyordu. Tetiği çekti. Fakat at durmadı. Bilakis dörtnala kalktı. Üzerindeki
adam yere düşmüştü. Uşaklarıyla beraber bu yolcunun imdadına koştu. Bir de ne
görsün? Meğerse ata attığı kurşun, zavallı sahibinin ensesinden girip alnından
çıkmamış mı? Yüzünden taze kanlar sızıyordu. Az buçuk daha kendini
kaybedecekti. İşte kırk kanını Allah'a affettirmeye çalışırken kazara,
elinden yeni bir kan daha çıkmıştı. Ağlamaya başladı. Teessürü o kadar müthişti
ki... Uşakları ürktü. "Bırakın, kendimi öldüreceğim. Artık dünya bana
haram olsun!" diye haykırıyordu. Elinden tabancasını zorla kaptılar.
Teskin etmek için menzildeki odasına götürüyorlardı. İç bahçeye girince
birdenbire:
— Ah!... diye haykırdı, Bakınız bakınız!...
— ....
Kurumuş ağaçların
hepsi aniden ilkbahar bademleri gibi çiçek açmıştı. Bu mucize herkesi şaşırttı.
Deli Murat, sevincinden bu bir anda yeşermiş ağaçların diplerini öpüyor,
gözlerinden saadet yaşları akıyordu. İşte artık günahları, kırk kanın
günahı affedilmişti. Demek kaza ile vurduğu adam ölüme lâyık bir günahkârdı!
Bunun kim olduğunu tahkik etti. Menzilde hazır bulunan yolcuların hepsi
tanıyorlar:
— Dünyada bunun kadar iyi adam yoktu. Allah rahmet
eylesin...
Diye acıyorlardı. Fakat Deli Murat:
— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir
günahkârmış!...
Tanıyanlar tekrar reddettiler:
— Hayır, mübarek bir adamdı! Hemşerilerinden kimseye
fenalık etmedi. Beş vakit namaz kıldı. Üç ay oruç tuttu. Fakire, fukaraya
baktı. Öksüzler büyüttü...
— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir
günahkârmış!...
Ama cesedin başında herkes iyiliğine dair şehâdette
ısrar ediyordu. Nihayet Deli Murat:
— O halde, bu adam şimdi gayet büyük bir günah
işlemeye gidiyormuş!
Dedi. Uşaklarına ölünün üzerini aramalarını emretti.
Küçük bir mektuptan başka bir şey bulamadılar. Bu mektup, genç ve namuslu bir
kadının aleyhinde yazılmış, kocasına gönderiliyordu.’’
---------------------------------
Hikaye böyle……..
İlk okunduğunda bir Türk masalı gibi algılanmakta.
Hayır, bu doğru değil!.
Bu tipik bir Alevi-Bektaşi hikayesi.
Peki bunu nasıl kanıtlayacağız?
İlk olarak Ömer Seyfettin’in yazmış olduğu orijinal metinden başlayıp minare çalındıktan sonra, kılıfının nasıl hazırlandığını göreceğiz.
Daha sonra biraz daha gerilere gidip, Osmanlı dönemindeki kaynaklara
bakacağız.
Bir kere orijinal anlatımda fikrine başvurulan Şeyhin,
devrin en büyük erenlerinden biri olduğu yazılmış.
Erenler,
ağırlıklı olarak Bektaşiler tarafından kullanılmakta.
Yine orijinal anlatımda Erenlerin bulunduğu
mekan tekke olarak verilmiş. Bektaşi geleneğinde pirlerin, mürşitlerin, derviş ve muhiplerin içinde barındıkları, hizmet
sundukları, ayin icra ettikleri tapımma evlerine tekke veya dergâh
denir.
Deli Murat için
öngörülen büyük bir menzil aç emri; geleni geçeni fakir, zengin ayırt
etmeden doyurması, bir tür hayırsever kuruluş geleneğidir ve Bektaşilik
kültürünün vazgeçilmez bir parçasıdır.
Tekkelerin o meşhur kara kazanların ocaktan hiç indirilmemesi; (ki,
hikayede kaynayan kazanlar var), gelip geçenler hazır bulunan Baba çorbasından
muhakkak nasibini alması bir Bektaşi geleneğidir.
Deli Murat
için öngörülen günah çıkarma geleneği yine bir Bektaşi geleneğidir.
Müritler,
Bektaşi Babalarının önünde suç-günah itirafında bulunurlar, Babalar ise onları
affederler ya da Deli Murat’da olduğu gibi hayır yapması istenir. Tıpkı
kiliselerdeki günah çıkarma ritüeli gibi.
Orijinal anlatımda Deli Murat’ın sabah
namazını kılarken bulduğu Karababa, Cem
arkanını saglayan Babalardan biri olsa gerek.
Ehl-i Beyt soyundan gelen ailelerin olusturdugu çevresel inanç merkezine ve
ekolüne “ocak” denir. Bu ocaklara mensup olan kimselere de “Ocakzade”
denir. Iste bu ocakzade olan, Alevi inanç sistemi içerisindeki ritüelleri ve
cem erkânının uygulanmasını saglayan kisilere de “dede”, “baba” ya da “pir”
denir. Ömer Seyfettin hikayesinde
geçen Karababa Alevi dedelerinden biridir.
Peki hikayede çokça geçen ve Deli Murat’nın vicdanında
sönmez bir azap cehennemine çeviren kırk kana, kırk cana ne
demeli?
Alevilerde bir can hakka yürüdükten kırk gün sonra, kırk lokması verilir.
Alavi-Bektaşi geleniğinde Hz. Muhammed’in 40"lar
Meclisi denilen bir toplantıya katılmak istemesi sürekli anlatılır.
Kendini Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu olarak kabul
ettirmiş olan Ömer Seyfettin’in yukarıda açıklamalarıyla birlikte
verdiğimiz Alevi-Bektaşi geleneklerini bir kenara bırakıp, bir masal
anlatımından esinlenerek bir hikaye yazmış olabileceğini kabul etmek oldukça
zor.
Ömer Seyfettin
gibi usta bir yazarın 15. Yüzyılda yazılmış Hacı Bektaş Veli-Valayetname’den
habersiz olabileceğine de imkan vermiyoruz! Çünkü Hacı Bektaş
Veli-Valayetname’inde Ömer Seyfettin’in Kurumuş Ağaçlar
hikayesi faklı bir anlatımla verilmekte. Velayetneme’deki rivayete göre
olay şöyle geçmekte: Olay Denizlide geçer. Denizli’de birisi vardır. Uzun
müddet yol kesip adam öldürmüştür. Günlerden birgün insafa gelir. Ona “Senin
aradığın Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş Hünkar’dır’’ derler. ’’Onun huzuruna
varırsan senin derdine derman olur”. Hacı Bektaş Veli onun eline ucu yanmış
kuru bir köseyi verip “İyiliğim büyük bir yolun üzerine bostan ek gelip giden
yolculara onun meyvesinden ver yesinler’’der. Bir yıl yine her zamanki gibi
bostan ekip ürününden gelene gidene verir. Tesadüfen günlerden birgün birisinin
hızla gittiğini görür. Önüne çıkıp “Kardeş biraz dur’’ der. Adam ’’Acele işim
var gidiyorum’’ der. Bunun üzerine Bostancı yolcuyu orada öldürür. Geri
döndüğünde köseğinin yeşermiş ve tomurcuklanmış olduğunu görür. Tövbesinin
kabul olduğunu anlar. Sonra Hacı Bektaş Veli’nin huzuruna çıkar. Traş olup taç
giyer ve erenlerin hizmetinde bulunur. (Kısa anlatımı. İsteyenler İnternet
üzerinden hikayenin tamamını okuyabilir.)
Bu makalede kullanacağımız başlığı ararken ’’Sunnileştirme’’
ve ’’Türkleştirme’’ arasında gidip geldik. Ömer Seyfettin’in
1920’lere kadar yaşadığını, Kurumuş Ağaçlar’ın son hikayesi
olduğunu bildiğimiz için, ’’Türkleştirme’’ daha uygun olur diye düşündük
ama hikayenin metnine bakıldığında karşımıza şunlar çıkmaktı ve ’’Sunnileştirme’’nin
daha uygun olduğuna karar verdik.
Ömer Seyfettin kahramanını
Hacca göndermekte. Elli yaşından sonra Hac ziyareti! Alevi-Bektaşi geleneğinde
böyle bir gelenek yok. Hac ziyareti Sunnilerin ölmeden önce yerine getirmek
istediği dini emirlerinden biri olarak bilinmekte.
Deli Murat’ın her
şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten haberdar olan, mübarek ihtiyarı sabah
namazını henüz bitirmek üzere iken seccadesinde bulması olayında Ömer
Seyfettin, okuyucusuna; hey okuyucalar bu işin karameti namazdadır,
seccadeddir, Sunniliktedir demeye getiriyor.
Deli Murat’ın peygamberin
mezarına yüz sürme arzusu ve son olarak da Ömer Seyfettin’in hikayeyi
namus olgusuyla sonlandırması, Alevi ve Bektaşileri Sunnileştirme
çabalarının teşadüfü olmadığını, 1826’larda yaşanan Vaka-i
Hayriye’ler gibi sistematik ve planlı olduğudur.
İlhami Yazgan
iyazgan@web.de
Köln
Aşağıdaki hikaye Ömer Seyfettin`in Kurumuş
Ağaçlar kitabından alınmıştır. Uzun bir hikayedir ve Ömer Seyfettin`in son
hikayalerinden biridir.
Özgür Ansiklopedi Wikipedi, Ömer Seyfettin
hakkında şu bilgileri verir; ’’(Doğum 1884, ölüm 6 Mart 1920) Türk
edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Asker, şair ve güçlü bir edebi
yeteneği olan bir öğretmendir. Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. Ayrıca
edebiyatta Türkçülük akımının kurucularındandır. Türkçede sadeleşmenin
savunucusudur. Kısa ömrüne pek çok sayıda eser sığdırmıştır.’’
İyi anlaşılması için tekrar vugulamakta yarar var;
Bundan ötesi yoktur!...
O, Türk Edebiyatı’nın başmimarlarından biri dir.
Ömer Seyfettin en yakın arkadaşı olan Ali Canip Yöntem
geçmişte Kurumuş Ağaçlar adlı hikaye ile ilgili şunları söylemiştir; ‘‘Bu
hikaye Ömer Seyfettin’in en son hikayesi dir. En küçük bir anlatımdan
mükemmel bir hikaye ortaya çıkardı. Ömer Seyfettin’in son günlerinde
mevzu bulamıyorum diye kaderleniyordu. Bir gece annemden bir masal söylemesini
rica etti. İşte bu Kurumuş Ağaçlar’ı annemden dinledikten sonra
yazdı. Artık bir şey yazamıyordu. Hastalandı ve öldü’’.
Ali Canip Yöntem’in bu anlatımından yola çıkarsak Ömer Seyfettin’in Kurumuş Ağaçlar’ı masal anlatımından esinlenerek yazdığı yönündedir.
Yazar ve edebiyatcıların esinlenme sezileri güçlüdür. Buna bir itiraz olamaz. Bir anlatımdan yola çıkarak mükemmel bir hikaye yazıp, bir kelimenin izini sürerek sürükleyici bir romanı ortaya çıkartmaları gibi.
Kısa bir süre önce Ömer Seyfettin’in Kurumuş
Ağaçlar adlı hikayesini okuduğumda hikayenin sonlarına doğru ’’yok bu
kadar, bu kadar olmaz!’’ diye kendi kendime hayıflandım. Hikayeyi baştan
sona tektar okudum. Esinlenme formatının farklı olduğunu, ’’minareyi çalan kılıfını
hazırlar‘‘ misali, Ali Canip Yöntem’im ‘‘annemin anlattığı masalden
esinlendi‘‘ söyleminin bir kılıf olduğuna kanaat getirdim.
Minare çalınmış, kılıfı ise masal olarak tasarlanmıştı.
Minarenin çalınıp, kılıfının nasıl masallaştığına geçmeden önce Ömer Seyfettin`in Kurumuş Ağaçlar kitabındaki hikayesini
mutlaka okumak gerekiyor.
‘’Deli Murat, memleketin en azılı bir derebeyi
idi! Fakat yaşlandıkça aklı başına geldi. İyinin, kötünün farkına varmaya
başladı. Artık en küçük bir fenalık bile onun vicdanında sönmez bir azap
cehennemi tutuşturuyordu. Elli yaşına girmişti. Hacca gitmek niyetindeydi.
Lâkin hangi yüzle?.. Uzun kış geceleri, vahşî bir saraya benzeyen kulesinin
tenha odasında, ocağın alevlerine dalarak yaptıklarını düşünürdü. Tam otuz
sene... Etmediği kalmamıştı. Soyduğu kervanları, kaldırdığı kızları, vurduğu
postaları, yaktığı köyleri, yıktığı hanları, bastığı şehirleri hep birden
hatırladı. Hele öldürdüğü insanlar... Bunları unutabilmek imkanı yoktu. Vâkıa
çoğunu kendi nefsini kurtarmak için öldürmüştü. Fakat ne olursa olsun, yine
kandı! Evet, kırk kan!...
Bir gece sabaha kadar uyuyamadı. Daha şafak sökmeden
atlarını hazırlattı. Kasabaya doludizgin koştu. Sabah namazını henüz bitiren Karababa'yı
seccadesinde buldu. Bu Şeyh, devrinin en büyük erenlerindendi. Tekkesi
ümitsizlerin mâbediydi. Deli Murat'ı görünce gülümsedi:
— Hoş geldin. Seni bekliyordum, dedi.
— Beni mi?
— Evet.
— Niçin?
— Hacca gitmek istiyorsun, değil mi?
— ....
Deli Murat, bu her şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten
haberdar, mübarek ihtiyarın eline sarıldı. Öptü:
— Fakat yüzüm yok, babacığım, dedi.
— Allah her şeyi affeder.
— Benim kabahatim çok. Günahlarım çok büyük...
— ......
Seccadenin kenarına diz çöktü. Ağlaya ağlaya mazisini
anlattı. Bunlar hatırında durdukça, peygamberin mezarına yüz sürmeye cesaret
edemeyecekti. Karababa:
— Senin kırk kanın var! Dedi.
— Evet.
— Allah bunları bile affeder.
— Nasıl?
— Ya ölüme lâyık bir adamı vurursun...
Deli Murat:
— Aman aman, diye haykırdı, ben artık adam öldüremem!
Karababa:
— Yahut da, büyük bir menzil açar, geleni
geçeni fakir, zengin ayırt etmeden doyurursun. Hepsinin gönlünü hoş
edersin! Dedi.
Deli Murat, bu ikinci kefareti muvafık buldu.
Parasının sayısını bilmezdi. Bir menzil değil, on menzil
açabilirdi.
— Pekala babacığım, dedi, yarından sonra menzil
açıktır. Fakat kanlarımın affolunup olunmadığını nereden bileyim?
— Bilip de ne yapacaksın?
— Hacca gideceğim.
Karababa
bir an düşündü:
— Menzilin iç bahçesine kurumuş ağaçlar dik...
Dedi.
— Kurumuş ağaçlar mı?
— Evet, bunlar yeşerip çiçek açınca, kanların
affedilmiş, kefaretin kabul olunmuştur.
— Hiç kurumuş ağaç yeşerir, çiçer açar mı?
— Açar.
— !...
Deli Murat'ın vahşî bir saraya benzeyen kulesi geniş
ovaya inen yolun üstünde idi. Yedi ülke yolcuları önünden geçmeye mecburdu.
Burasını hemen menzil haline koydu. Her odaya bir sofra kurdu. Günde yirmi
kazan kaynıyordu. Ekmeğinden, etinden, pilavından yedirmeden kimseyi
geçirtmezdi. İç bahçeye de Karababa'nın dediği gibi kurumuş ağaçlar
diktirdi. Her gün bunları yokluyordu. Aradan bir sene, iki sene, üç sene geçti.
Kurumuş ağaçlar yeşermek şöyle dursun, hatta çürümeye, kurtlanmaya yüz
tutmuştu. Her gün yine kazanlar kaynıyor, yaz, kış hayrat devam
ediyordu. Deli Murat'ın içine şüphe girdi: "Budala mıyım? Hiç kurumuş
tahtalar çiçek açar mı? Karababa beni daima hayrat yapayım diye böyle
aldatmış olmalı!" Diyordu. Gündüzleri menzilin önündeki çardağa oturur,
uşakların, yolcuları nasıl ağırladıklarına nezaret ederdi. Karnı tok olanlara
bile mutlaka aşından bir yudum tattırırdı. Bir gün bu çardakta kefaretinin
kabul olunup hacca gidebileceğini düşünürken daldı. Tatlı bir rüya görmeye
başladı. Bir devenin üstünde, tek başına, çöl ortasında gidiyordu. Deve
birdenbire durdu. Deli Murat uğraşıyor, bir türlü yürütemiyordu. Nihayet deve
silkindi. Murat kumlara yuvarlandı. Gözlerini açıp, "Hayırdır
inşallah!" derken, uşaklarının yol üstünde bir atlı ile uğraştıklarını
gördü. Dikkat etti. Bu adam atından inmiyor:
— Bırakın beni! Acele işim var. Duramam! Bırakın...
İnmem...
Diyordu. Uşaklar zorluyorlar, "İn, bir yudum
çorba iç. Sonra git, seni bırakırsak, ağa bize darılır." diye
yalvarıyorlardı.
Deli Murat doğruldu. Kendisi de inmesi için atlıya
ricaya gidecekti. Kalktı. Tam yola doğru yürürken yolcu atını şaha kaldırmış,
uşakların elinden kurtulmuştu. Deli Murat'ın inat damarı tuttu. İçinden,
"Ulan, ben sana mutlaka aşımdan tattıracağım!" dedi. Belinden
tabancasını çıkardı. Havada uçan serçe kuşlarını nişan almadan vurabilirdi.
Yolcunun hızla uzaklaşan atına güzel bir nişan aldı. "Hayvan ölünce
gidemez. Çorbayı içer. Ben ona en iyi atlarımdan birini hediye ederim, memnun
olur..." diyordu. Tetiği çekti. Fakat at durmadı. Bilakis dörtnala kalktı.
Üzerindeki adam yere düşmüştü. Uşaklarıyla beraber bu yolcunun imdadına koştu.
Bir de ne görsün? Meğerse ata attığı kurşun, zavallı sahibinin ensesinden girip
alnından çıkmamış mı? Yüzünden taze kanlar sızıyordu. Az buçuk daha kendini
kaybedecekti. İşte kırk kanını Allah'a affettirmeye çalışırken kazara,
elinden yeni bir kan daha çıkmıştı. Ağlamaya başladı. Teessürü o kadar müthişti
ki... Uşakları ürktü. "Bırakın, kendimi öldüreceğim. Artık dünya bana
haram olsun!" diye haykırıyordu. Elinden tabancasını zorla kaptılar.
Teskin etmek için menzildeki odasına götürüyorlardı. İç bahçeye girince
birdenbire:
— Ah!... diye haykırdı, Bakınız bakınız!...
— ....
Kurumuş ağaçların hepsi
aniden ilkbahar bademleri gibi çiçek açmıştı. Bu mucize herkesi şaşırttı. Deli
Murat, sevincinden bu bir anda yeşermiş ağaçların diplerini öpüyor, gözlerinden
saadet yaşları akıyordu. İşte artık günahları, kırk kanın günahı
affedilmişti. Demek kaza ile vurduğu adam ölüme lâyık bir günahkârdı! Bunun kim
olduğunu tahkik etti. Menzilde hazır bulunan yolcuların hepsi tanıyorlar:
— Dünyada bunun kadar iyi adam yoktu. Allah rahmet
eylesin...
Diye acıyorlardı. Fakat Deli Murat:
— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir
günahkârmış!...
Tanıyanlar tekrar reddettiler:
— Hayır, mübarek bir adamdı! Hemşerilerinden kimseye
fenalık etmedi. Beş vakit namaz kıldı. Üç ay oruç tuttu. Fakire, fukaraya
baktı. Öksüzler büyüttü...
— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir
günahkârmış!...
Ama cesedin başında herkes iyiliğine dair şehâdette
ısrar ediyordu. Nihayet Deli Murat:
— O halde, bu adam şimdi gayet büyük bir günah
işlemeye gidiyormuş!
Dedi. Uşaklarına ölünün üzerini aramalarını emretti.
Küçük bir mektuptan başka bir şey bulamadılar. Bu mektup, genç ve namuslu bir
kadının aleyhinde yazılmış, kocasına gönderiliyordu.’’
---------------------------------
Hikaye böyle……..
İlk okunduğunda bir Türk masalı gibi algılanmakta.
Hayır, bu doğru değil!.
Bu tipik bir Alevi-Bektaşi hikayesi.
Peki bunu nasıl kanıtlayacağız?
İlk olarak Ömer Seyfettin’in yazmış olduğu orijinal metinden başlayıp minare çalındıktan sonra, kılıfının nasıl hazırlandığını göreceğiz.
Daha sonra biraz daha gerilere gidip, Osmanlı dönemindeki kaynaklara
bakacağız.
Bir kere orijinal anlatımda fikrine başvurulan Şeyhin,
devrin en büyük erenlerinden biri olduğu yazılmış.
Erenler, ağırlıklı
olarak Bektaşiler tarafından kullanılmakta.
Yine orijinal anlatımda Erenlerin bulunduğu
mekan tekke olarak verilmiş. Bektaşi geleneğinde pirlerin, mürşitlerin, derviş ve muhiplerin içinde barındıkları, hizmet
sundukları, ayin icra ettikleri tapımma evlerine tekke veya dergâh
denir.
Deli Murat için
öngörülen büyük bir menzil aç emri; geleni geçeni fakir, zengin ayırt
etmeden doyurması, bir tür hayırsever kuruluş geleneğidir ve Bektaşilik
kültürünün vazgeçilmez bir parçasıdır.
Tekkelerin o meşhur kara kazanların ocaktan hiç indirilmemesi; (ki,
hikayede kaynayan kazanlar var), gelip geçenler hazır bulunan Baba çorbasından
muhakkak nasibini alması bir Bektaşi geleneğidir.
Deli Murat
için öngörülen günah çıkarma geleneği yine bir Bektaşi geleneğidir.
Müritler,
Bektaşi Babalarının önünde suç-günah itirafında bulunurlar, Babalar ise onları
affederler ya da Deli Murat’da olduğu gibi hayır yapması istenir. Tıpkı
kiliselerdeki günah çıkarma ritüeli gibi.
Orijinal anlatımda Deli Murat’ın sabah
namazını kılarken bulduğu Karababa, Cem
arkanını saglayan Babalardan biri olsa gerek.
Ehl-i Beyt soyundan gelen ailelerin olusturdugu çevresel inanç merkezine ve
ekolüne “ocak” denir. Bu ocaklara mensup olan kimselere de “Ocakzade”
denir. Iste bu ocakzade olan, Alevi inanç sistemi içerisindeki ritüelleri ve
cem erkânının uygulanmasını saglayan kisilere de “dede”, “baba” ya da “pir”
denir. Ömer Seyfettin hikayesinde
geçen Karababa Alevi dedelerinden biridir.
Peki hikayede çokça geçen ve Deli Murat’nın vicdanında
sönmez bir azap cehennemine çeviren kırk kana, kırk cana ne
demeli?
Alevilerde bir can hakka yürüdükten kırk gün sonra, kırk lokması verilir.
Alavi-Bektaşi geleniğinde Hz. Muhammed’in 40"lar
Meclisi denilen bir toplantıya katılmak istemesi sürekli anlatılır.
Kendini Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu olarak kabul
ettirmiş olan Ömer Seyfettin’in yukarıda açıklamalarıyla birlikte
verdiğimiz Alevi-Bektaşi geleneklerini bir kenara bırakıp, bir masal
anlatımından esinlenerek bir hikaye yazmış olabileceğini kabul etmek oldukça
zor.
Ömer Seyfettin
gibi usta bir yazarın 15. Yüzyılda yazılmış Hacı Bektaş Veli-Valayetname’den
habersiz olabileceğine de imkan vermiyoruz! Çünkü Hacı Bektaş
Veli-Valayetname’inde Ömer Seyfettin’in Kurumuş Ağaçlar
hikayesi faklı bir anlatımla verilmekte. Velayetneme’deki rivayete göre
olay şöyle geçmekte: Olay Denizlide geçer. Denizli’de birisi vardır. Uzun
müddet yol kesip adam öldürmüştür. Günlerden birgün insafa gelir. Ona “Senin
aradığın Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş Hünkar’dır’’ derler. ’’Onun huzuruna
varırsan senin derdine derman olur”. Hacı Bektaş Veli onun eline ucu yanmış
kuru bir köseyi verip “İyiliğim büyük bir yolun üzerine bostan ek gelip giden
yolculara onun meyvesinden ver yesinler’’der. Bir yıl yine her zamanki gibi
bostan ekip ürününden gelene gidene verir. Tesadüfen günlerden birgün birisinin
hızla gittiğini görür. Önüne çıkıp “Kardeş biraz dur’’ der. Adam ’’Acele işim
var gidiyorum’’ der. Bunun üzerine Bostancı yolcuyu orada öldürür. Geri
döndüğünde köseğinin yeşermiş ve tomurcuklanmış olduğunu görür. Tövbesinin
kabul olduğunu anlar. Sonra Hacı Bektaş Veli’nin huzuruna çıkar. Traş olup taç
giyer ve erenlerin hizmetinde bulunur. (Kısa anlatımı. İsteyenler İnternet
üzerinden hikayenin tamamını okuyabilir.)
Bu makalede kullanacağımız başlığı ararken ’’Sunnileştirme’’
ve ’’Türkleştirme’’ arasında gidip geldik. Ömer Seyfettin’in
1920’lere kadar yaşadığını, Kurumuş Ağaçlar’ın son hikayesi
olduğunu bildiğimiz için, ’’Türkleştirme’’ daha uygun olur diye düşündük
ama hikayenin metnine bakıldığında karşımıza şunlar çıkmaktı ve ’’Sunnileştirme’’nin
daha uygun olduğuna karar verdik.
Ömer Seyfettin kahramanını
Hacca göndermekte. Elli yaşından sonra Hac ziyareti! Alevi-Bektaşi geleneğinde
böyle bir gelenek yok. Hac ziyareti Sunnilerin ölmeden önce yerine getirmek
istediği dini emirlerinden biri olarak bilinmekte.
Deli Murat’ın her
şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten haberdar olan, mübarek ihtiyarı sabah
namazını henüz bitirmek üzere iken seccadesinde bulması olayında Ömer
Seyfettin, okuyucusuna; hey okuyucalar bu işin karameti namazdadır,
seccadeddir, Sunniliktedir demeye getiriyor.
Deli Murat’ın peygamberin
mezarına yüz sürme arzusu ve son olarak da Ömer Seyfettin’in hikayeyi
namus olgusuyla sonlandırması, Alevi ve Bektaşileri Sunnileştirme
çabalarının teşadüfü olmadığını, 1826’larda yaşanan Vaka-i
Hayriye’ler gibi sistematik ve planlı olduğudur.
İlhami Yazgan
iyazgan@web.de
Köln