9 Haziran 2013 Pazar

Siyabendo ve Perihan

Kaynağını Kürt halk mitolojisinden olan bu söylence bir Kürt masalıdır. Bu masalda adı geçen Siyadem bir kahraman olarak ortaya çıkmış, hiç tükenmeyen sevgisinin ünü dağları aşmış, uzak topraklara ulaşmıştır. Siyadem arka planda canlı bir kültürle, gerçek ve sanatsal güzelliğiyle betimlenen Kürt masallar dünyasına sürükler insanı.

Kamuran Ali Bedirhan, romanında halk arasında Siyabend ile Xece olarak da bilinen bu söylencenin ayrıntılarına girmeden mitolojik ögelerin perde arkasına vurgu yapmadan, masalın ana ögelerine sadık kalarak yalın bir anlatımla vermeye çalışmış. Bu anlamda Kamuran Ali Bedirhan, Siyabendo ve Perihan‘ın yazarı değildir. Ama kendisinin üzerine düşen görevi de en güzeliyle yapmış, romanında bu masalı yeni kuşaklara aktarmayı bilmiştir.




Bu Kürt masalını Almanca'dan Türkçeye çevirirken, Türkçedeki anlatım olanaklarını göz önünde bulundurdum ama Kamuran Ali Bedirhan'ın bu masalı yanlızca ana hatlarıyla romanına alması benim anlatım olanaklarımı yer yer kısıtladı, bazen de yanlızca orijinal çeviriye mahkum etmesi masalın mekanik bir anlatıma dönüşmesine neden oldu.

Okuyucuların bunları göz önünde bulunduracağı umuduyla...

 
  
 

Siyabendo ve Perihan
İnsanların Siyabendo olarak tanıdıkları Siyadem, öksüz bir çocuktu. Babasını hiç görmemiş, hiç bir kadına ana dememişti. O, geyiklerin koşuştuğu, kayadan kayaya atlayan kızıl renkli keçilerin bulunduğu, gölleri bol olan bir dağda dünyaya gelmişti. Yürümeyi öğrendiğinde, ormanların içlerinde koşup hayvanlarla oynar, göllerdeki sular hiç görmediği anası gibi konuşurdu. O, kendisini koruyan, yediren, kış günlerinde sıcak bir odada her zaman yerini ayıran insanların yanlarına dönmediğinde, tüm kaynak suları ona ninniler söyledi. Yırtıcı hayvanlar ise onun çevresinde dikkatli ve gizlice dolaşırdı. Doğa onun bir eviydi. Kendini doğada daha rahat hissediyor, kapalı yerlerde nefes alamıyor, boğuluyordu...

Uzaklara gitmeyi düşündü ve yollara düştü bir gün. Kısa zaman sonra bir çok yerde bilinir, tanınır oldu. Çok akıllıydı. Güçlü ve cesurdu. Yardımseverliği ise dilden dile dolaşır oldu. Baba evini tanımaması, anne şevkatinden yoksun olması onu hiç etkilemiyordu...

Bir gün oturduğu yerin hemen alt tarafındaki vadide yol alan bir kervan gördü. Genç olmasına rağmen aşk onu ilgilendirmiyor, yaşamını kaynaklardan fışkıran berrak ve serin sulara benzetiyordu. Kervanı selamlamak ve onlara iyi yolculuk dilemek için hemen vadiye indi. Kervana yaklaştı ve karşısında tüm güzel çicekleri kıskandıracak güzellikteki bir kız gördü. O an sevda için ne olması gerekiyorsa oldu. Hayatını cevherini bulmuş gibi yüreği sıkıştı, hızlı hızlı atmaya başladı. Baharın ilk berrak mavisi gibi zarif bir biçimde karşısında buluvermişti onu. Gözlerini hiç kırpmadan baktı ona. Bir süre öylece kalakaldı. Kendine geldiğinde onun da kendine baktığını gördü. Birbirleriyle hiç konuşmadılar ama ikisi de aynı anda parmaklarından yüzüklerini çıkartıp birbirlerine verdiler. Siyadem, kervan hızla uzaklaşırken, kızın Hewraman'lı olduğunu isminin de Perihan olduğunu kervandakilerden öğrendi.

Bir süre uzaklaşan kervanın arkasından hareketsiz bir şekilde bakakaldı. Kendisine geldiğinde ise çevresinin ne kadar ıssız olduğunu, kervanın çoktan gözden kaybolmuş olduğunu farketti. Sessizlikten sıyrılıp tekrar kendine geldiğinde göllere, hayvanlara doğru koşmaya başladı. ‘‘Rüya gibiydi‘‘ diye kendi kendine düşündü. Yüreği öylesine doluydu ki, mutluluktan uçuyordu. Hayvan ve çiçekleri öylesine seviyordu ki, onları hiç bir zaman bu kadar sevmemişti. Ama yüzükleri değiştirdikleri an kendini yanlız hissetmişti nedense. O gün yaşadığı, o yanlızlığı hiç bir zaman yaşamamıştı hayatında.


Gerçekten değiştirdik mi yüzükleri?
 
 
İnanamıyordu buna.  Akşam uykuya dalarken herşeyin bir hayal olduğunu düşündü. Canı gibi koruduğu sırrını hiç bir insana açmadı uzun bir zaman. Üç yıl sustu. Ama, bazen insanların kendisi hakkında neler düşündüklerini bilmek için de onlarla oturup konuştu, onları kendine göre sınavdan geçirip kendindeki değişikliği fark edip etmediklerini bilmek istiyordu. Gözlerinin içine kimsenin bakmasına müsade etmedi. Yüreğinde gizlediği sevginin gözlerden ırak olmasını istiyordu.

Üç yılın sonunda gelen kış günleri Siyadem'i oldukça huzursuz kılmıştı. Çevresindeki herşey onun için anlamsız ve renksizdi. ‘‘Atlayıp gideceğim buralardan‘‘ diye kendi kendine söyleniyordu. Baharı bekleyecek gücü kalmamıştı artık. Kararlıydı. Hemen kendine bir ok yaptı. Oku, onun tek silahıydı. Okuyla kendini savunurken aynı zamanda ağaçların yüksek yerlerinde bulunan meyvaları vurup karnını doyuracaktı. Şu ana kadar hayvan öldürmemişti ama gerekirse bunu da yaparım diye düşündü.

Herşeyin hazır olduğu gün geldi. Yıllar önce birisinin ona kısrak olarak verdiği atını hazırladı. Çolak ismini koyduğu kısrağı büyütüp bu günlere kadar getirmişti. Çolak, hem vahşi hem de şimşek gibi hızlıydı. Kendisinden başka kimse bu ata binmeye cesaret edemezdi. Kimse de şu ana kadar buna kalkışmamıştı.

Son bir kere dağların doruklarından aşağılara baktı. Gölleri selamlarken, kaynak suların önünde saygıyla eğildi. Gideceği yaban ellere kendi kaynağının bereketini beraberinde götürmek için buz gibi kaynak sulardan birer yudum içti. Sonra, kendisini özlemlerine kavuşturacak yola koyuldu. Nereye doğru gittiğini bilmiyordu. Uzun ve geniş vadilerden geçti. Dağları ikiye bölen boğazları geride bıraktı. Yolunu kapatan iri yapılı zümrütleri aştı. Köprüleri olmayan nehirleri yüzerek karşı yakaya geçti. Sürekli at üzerinde hiç dinlenmeden yoluna devam etti. Yolunun üzerindeki köylere ulaştığında insanların sözlerine kulak kabarttı. Kendisine dostça davranılması, sevecen sözler söylenmesi, yüreğindeki yanan eteşi söndürmeye yetmedi. Uzaklar, yollar çağırıyordu sürekli. Geceleri ise kendisine eşlik eden yıldızlara sığınıyordu.

Tanımadığı yeni dağlar çıkıyordu karşısına. Atını akıllıca uçurumların kenarında şürüp sarp boğazları aşıyordu. Atıyla yakın bir yoldaşı gibi ilgilendi yol boyunca. Vadilere gürleyerek düşen çığ yığınları onu tehdit ederken, hünerli bir el onun üzerinde, başına bir şey gelmesini engelliyordu sanki. Hiç bir yırtıcı hayvanın saldırısına maruz kalmadı. Her hangi bir hastalığa da yakalanmadı.
Amansız bir biçimde sürüklendi ileriye doğru. Geceler gündüzleri, haftalar ayları kovalarken, günlerden bir gün dar bir vadiden geçerek bir yerleşim yerine geldi. Gördükleri karşısında 'şu ana kadar gördüğüm en güzel yerlerden biri burası' diye düşündü. Orada yaşayan insanların ses tonlarıyla kendisine üç yıl önce 'Perihan' ismini söyleyenin ses tonu birbirlerine çok benziyordu. Kendisinin nerede olduğunu sorduğunda Hewraman'a yakın bir yerde olduğunu öğrendi. Sonunda ulaşmak istediği yere çok yaklaştığını anladı. Bir süre daha yola devam etti. Tanımadığı insanlar ona sevgiyle bakarlarken, o önüne çıkan ve kendisini imrendiren şeylere karşı durdu, kendisini kör eden yüreğindeki resme sığındı. Yüreğinde taşıdığı o resim sürekli ve şiddetli bir şekilde yanarken, her yabancının gözlerine bakışı karşısında yüreğindeki kızıl kor tekrar alevleniyordu.

Bir gece çok uzakta cılız bir ışık gördü. Işığa doğru atını sürdüğünde ufak bir kulübeye ulaştı. Kulübe, yerleşim yerlerinden uzak bir yerde tek başınaydı. Külübenin kapısını çalmasından kısa bir süre sonra kapıyı açan yaşlı bir kadın lütüfkar bir tonla:

"Ne istiyorsun oğlum?" diye sordu.

"Ben burada konaklamak istiyorum" diye mahcup bir tavırla cevapladı yaşlı kadını. Şu ana kadar duymadığı 'oğlum' kelimesinin tüm vucudunda bir sıcaklık yarattığını ve başının döndüğünü hissetti. 'Bir anne çocuğuyla böyle konuşmalı' diye düşündü bir an. Evet aynen böyle; annesi de kendisiyle böyle konuşmuş muydu acaba? Yaşlı kadın, kendisi için yabancı olan ve daha önce hiç görmediği kendisine 'oğlum' diye hitap etmişti.

"Kal oğlum" diye seslendi yaşlı kadın.

"Benim evim senin evin sayılır!" diye de ekledi.

"Kocaana, ama benim sana verebileceğim bu torbamdan başka hiç bir şeyim yok" diye karşılık verdi Siyadem. Yaşlı kadın, titreyen elleriyle Siyadem'in içeriye aldı. Bohçasındaki kuru üzüm, badem ve fındık dolu torbayı kocaanaya uzattı Siyadem. Kocaana torbayı bir köşeye bıraktı ve "Şanşlısın oğlum, bugün köyümüzde bir düğün var, sana düğün yemeği ikram edeceğim. Ülkemizin biricik güzeli, güzeller güzeli kızımız Perihan evleniyor..." diye söyledi Siyadem'e.

Parçalanmaz mı insanın yüreği?

Hangi insan dayanabilir buna?

Hangi yürek sarsılmaz bu haberi duyunca?

Beti benzi atıverdi Siyadem'in. Kendinden geçti, elini göğsünün üzerine koydu.

"Neden yemiyorsun?" diye sordu iyi yürekli kocaana.

"Yoksa kızı tanıyor muydun?"

"Hayır." diye cevapladı Siyadem. "Onu tanımıyorum. Ama ben, beni ta buralara sürükleyen kerameti merak ediyorum!" dedi.

"Gel, otur bakalım sofraya, afiyetle yiyelim birlikte‘‘ diye üsteledi kocaana.

Siyadem, yemeklerden bir lokma almadan sofradaki yemeklere bakakaldı. Tüm çabalarına rağmen ağzına bir lokma koymadı. Ağzına bir lokma koysa tıkanacağından korktu, lokmaların boğazından geçmiyeceğini düşündü.

Yüreği şefkatle dolu olan kocaana ise, bir anne sıcaklığı ve şefkatiyle Siyadem'i teselli etmeye çalıştı. Siyadem, alışmadığı bir şekilde, kendisiyle böylesine sevecen konuşan bu insana karşı, uzun bir süre suskun kalamazdı ve tüm açılarına karşı, yüreği yanarak: "Nasıl yiyebibilirim ki ben bu yemeği?"

"Bu yemek benim için bir ölüm yemeği!"

"Senin bahsettiğin kızı ben çok seviyorum. Onu bulmak için bir kaç aydan beri de yollardayım" dedi. Birkaç cümleyle, kısa kısa anlattı tüm başından geçenleri. Kocaana, onu dinlerken tereddütle baktı bir an, kızın ismini karıştırıp karıştırmadığını sordu.

Siyadem'in ağzından dört kelime çıktı yanlızca. Sonra elini göstererek: "Bakın işte bu onun yüzüğü" dedi.

Kocaana, biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı: "Senin için ne yapabilirim bilmiyorum, ama elimden geldiği kadarıyla, sana yardım etmeye çalışayım oğlum" dedi.

Oturduğu yerden kocaana köşede duran torbadaki kuru üzümü, bademi ve fındığı bir bakır tabağa doldurdu ve Siyadem'e dönerek parmağındaki yüzüğü vermesini istedi.

Siyadem, kocaanaya üç yıldan beri gözü gibi sakladığı yüzüğü parmağından çıkartıp verdi. Yüzüğü bakır tabağın içindeki yemişlerin arasına koyan kocaana: "Bunları, bugün sözlenecek ve üç gün sonra da evlenecek olan Perihan'a vermeye gidiyorum" dedi.

Üç saate yakın olmuştu kocaana gideli. Siyadem, sabırsızlıkla bekledi kocaananın geri dönmesini. Umut ve umutsuzluğa dair binlerce resim gözlerinin önünden geçip gittti birer birer.

Bu esnada kocaana Perihan'ın yanına gitmiş ve bakır tabağı Perihan'ın eline tutuşturmuştu. Misafirlerin ortasında oturan Perihan, dalgın bir şekilde kocaananın kendisine verdiği kuru yemişlerle oynarken tabağın içindeki yüzük eline geldi. Yüzüğü hemen tanıyan Perihan kocaana dönüp: ‘‘Kocaana...Kocaana, Siyadem ile konuş. O'na deki; Perihan, ertesi gün kocasının yanına gitmeden annesinin mezarını ziyaret etmek istiyor. O'na söyle güneş doğmadan mezarlıkta olsun.‘‘

Kocaana, büyük bir sevinçle kendisini beklemekte olan Siyadem'in yanına döndü hemen. Duyduklarını birer birer anlattı. Siyadem, mutluluktan bulutların üzerinde uçar gibiydi. Sanki hiç bir zaman hüznün gölgesi üzerine düşmemiş tavırlar içersinde sabırsız biri oluverdi bir an.

"Hemen gitmek istiyorum oraya" diye kocaanayı sıkıştırmaya başladı.

"Ne olursun söyle bana, hangi mezarın başında bekleyeceğim" diye yalvardı. Siyadem, kocaananın mezarı tarif etmesiyle, oradan ayrılması bir oldu.

Siyadem, sabaha kadar mezarlıkta beklemekte kararlıydı ama elinde olmadan da bir ara uykuya daldı. Sabahleyin kendisini ısıtan, ışıl ışıl parlayan bir güneşle uyandı. Uyandığında paniğe kapıldı. Hemen yerinden fırladı, sağa sola bakındı. Ayağa kalkarken cebinde birşeylerin olduğunu farketti. Şaşkın bir şekilde elini cebine attığında iki tane altından yapılmış bir zar buldu. Bir anlam veremedi buna!

Güneşe baktığında güneşin oldukca yükselmiş olduğunu gördü. Herşeyin bittiği düşündü bir an. Şaşkın ve kendisine kızgın bir şekilde kocaanaya doğru yola koyuldu. Kocaana kendisini bekliyordu. Başından geçenleri birer birer anlattı....

"Ah...oğlum, yavrum!" diye yakındı kocaana: "Perihan koymuştur onları senin cebine, senin daha çocuk olduğunu, oynamak için oyuncaklara ihtiyacın olduğunu söylüyor baksana... Ne yapsın kızcağız. İnsan sevdiğini bekliyorsa uyur mu hiç?"

"Kocaana, kocaana... sen benim koruyucu meleğimsin. Kocaana ne olursun tekrar konuş Perihanla"

Siyadem'i kıramayan kocaana, Perihan'ın yanına gidip olanları birer birer anlattı. Kızgın olan Perihan, kocaanaya ertesi gün öğlen üzeri kocasının evine gideceğini, eğer Siyadem bir çocuk değil de gerçek bir yiğitse, kendisine yolda eşlik edecek olan yedi kardeşin arasından kendisini kaçırmasını istedi.

Haberleri alan Siyadem, o günü sessiz, kendi içine kapanarak geçirdi. Ertesi gün ise atını tımarlayıp atın tırnaklarını kontrol etti ve sonra yemini verdi.

İşlerini bitirdikten sonra yaşlı kadının yanına gidip, ‘‘Hoşçakal kocaana, seni hiç bir zaman unutmayacağım.‘‘ deyip veda etti.

Kocaananın yanından ayrılıp kervanın geçeceği yola doğru atını süren Siyadem, oraya ulaştığında atından inip beklemeye başladı. Kısa bir süre kalabık arasında yedi kardeş tarafından korunan beyaz gelinlik içindeki Perihan'ı gördü.

Kalabalığa karışmak isteyen biri gibi atını yaklaşan kervana doğru sürmeye başladı. Kıvrak atıyla birlikte kalabalığın arasına ite kaka karışan Siyaben, Perihan'ı ince belinden kavrayıp kendisine doğru çekebilecek şekilde yanına yaklaştı. Çok hızlı bir hareketle Perihan'ı kendine çekti. Çolak ile birlikte oradan son süratle uzaklaşmaya başladı. Dağlara doğru yöneldi. Geride bıraktığı bağırmalara, çağırmalara aldırmadan hızla yoluna devam etti. Kısa bir süre sonra yedi kardeşin kendilerini takip ettiğini gördü. Çolağın kulağına birşeyler fısıldamasıyla Çolak öyle bir hızlı koştu ki, arkalarındaki toz duman birbirine karıştı. Sipan Dağı'na ulaşıncaya kadar sürdü atını. Yedi kardeş kendilerini takip ediyordu ama aradaki mesafeyi açmışlardı. Kendilerini koruyacak olan dağa ulaştıklarında dağın ilk dik yokuşu çoktan geride kalmıştı.

Kendilerini takip eden yedi kardeş, dağın eteklerine ulaşmadan korkunç bir uğultuyla aşağıya doğru yuvarlanmaya başlayan çığdan kurtulmak için geri döndüler.

Siyadem, atını ulu bir ağacın yanına gelince durdurdu. Kendisinin önceden tanıdığı ulu ağacın içinde bulunan oluğa dinlenmek için Perihanla birlikte yerleşti. orgunluktan bitkin bir halde olan Siyadem başını Perihan'ın dizinin üstüne koyarak uyumaya başladı.

Yüzüne gelen iki yağmur damlası ile derin uykusundan uyanan Siyadem, başını kaldırdığında sevgilisinin ağladığını gördü ve: "Neden ağlıyorsun?" diye sordu.

Perihan: "Geyikleri görüyor musun?" diye eliyle bir yerleri işaret ediyordu. Siyadem, karların üzerinde ufukta duran bütün çizgileri belirgin yedi geyiğin yanı sıra yanında yana doğru yatmış dişi bir geyik gördü. Siyadem, bunu sanki yedi kardeşin ve Perihan'ın yansıması gibi algıladı.

"Görüyorum" dedi ve konuşmaya devam etti: "Sen sakın korkma, tahmin ediyorum karnın aç. Yemen için hemen bir geyik öldüreceğim. Bu, benim öldüreceğim ilk son hayvan olacak."

Yattığı yerden kalkan Siyadem, okunu alarak Perihan'ın yanından ayrıldı. Siyadem, "Lütfen yapma, onları öldürme!" diye arkasından bağıran Perihan'ı duymadı. Kısa süre içersinde bir geyiği okuyla vurdu.

Okuyla vurduğu geyiğin başını bedeninden ayırmak için hanceri geyiğin boğazına doğru uzattı ama yaralı geyik son bir çırpınmayla boğazını kesmeye çalışan Siyadem'i bir boynuz darbesiyle uçurumdan aşağıya yuvarladı.

Tüm bunlar Perihan'ın gözleri önünde olurken ne yapacağını bilemeyen Perihan, yerinden ok gibi fırladı ve hemen uçuruma baktı. Uçurumun sonunda bulunan bir ağacın dallarında asılı Siyadem'in ölmüş bedenini gördü.

O an Perihan'ın tüm hayelleri, camdan yapılmışcasına param parça kırılıp yok oluverdi... Olanlar karşısında ağlamadı, yakınmadı. Yanlızca uzaklara bakındı bir süre. Sanki uzaklarda Siyadem'in canlı halini görmeye çalışıyordu. Güneşin pırıl pırıl parladığı bir sırada acı dolu sözlerle ağıt yakmaya başladı. Sipan Dağı'nda yankılanmaya başlayan acı dolu sözleriyle birlikte sevgilisi Siyadem'e ulaşmak için kendini boşluğa bıraktı...

Bu olaydan sonra Siyabendo ve Perihan‘ın mezarlarının başında iki kızıl gülün açtığı ve iki kelebeğin birbirlerine yaklaşmadan gülün etrafında uçuştukları söylenir oldu kuşaktan kuşağa...