2015 yılının son ayında yazar/avukat Kemal Derin,
İzmir Akademisi`nin Uluslararası Börklüce Mustafa Sempozyumu kararını
aldığını, sempozyuma bir bildirimle katılabileceğimi belirttiğinde oldukça
heyacanlanmıştım. Kendisi, edebiyatçı, müzisyen ve oyuncuların da bulunduğu bir
toplulukla 2014 Nisan’ında Karaburun`da bir araya gelerek Unesco ve Türkiye
kamuoyuna yönelik çağrı bir yapmıştı. Bu cağrı film şeridi gibi o an gözlerimin
önünde geçiverdi. 2016’nın Börklüce Mustafa yılı ilan edilmesi yönündeki basın
açıklamalarını desteklemiş, sonucu da sabırsızlıkla beklemiştim.
Aralarında sanatçı
Zülfü Livaneli, müzisyen Emre Saltık, İlkay Akkaya, Şair Ahmet Telli, Şükrü
Erbaş, Enver Aysever, Atilla Sertel, Ahmet Işıktaş ve genç kuşağın ünlü müzik
gruplarının bulunduğu 59 kişinin çağrısı, İzmir Büyükşehir Belediyesi
tarafından kabul görmesi ne kadar anlamlı ve yerinde olduğu sempozyum sonrası
yapılan yorum ve kapanış konuşmalarında bir kez daha görüldü.
1416 yılındaki ayaklanmanın üzerinden tam 600 yıl geçmiş! Altıyüz yıl önce yaşananları tam olarak ortaya çıkarmak mümkün olmasa da konuya belgesel ve bilimsel yaklaşmanın zamanı çoktan gelmiş geçmişti. İzmir Büyükşehir Belediyesi`nin 2016 yılını ayaklanmanın 600. yıldönümü nedeniyle Börklüce Mustafa Yılı ilan etmesi ve alt birimi olan İzmir Akdeniz Akademisi`nin ilk kez Uluslararası Börklüce Mustafa Sempozyumu düzenlemesi, tarihi bir sorumluluğu başarıyla yerine getirirken İzmir açısından da büyük bir “kazanç” olduğunu vurgulmak gerekir. “Kazanç” olgusunu aklım yettiğince açıklamaya çalışacağım!
Kazanımlara geçmeden önce yukarıda
kendimle ilgili yarım bıraktığım “heyacan”
duygusunu okuyucuların affına sığınarak biraz daha irdelemek istiyorum.
Kemel Derin`in sempozyuma katılabilirsin söyleminden sonra gerçekten de
çok heyacanlanmıştım. Nasıl heyacanlanmam, çünkü o aralar, -ki hala üzerinde
çalışıyorum; Alman yazar Leopold Schefer‘in 1839 de yazdığı ‘Güneşin Altında Çarmıha Gerilenler’
adlı romanı üzerinde çalışıyordum. Romanı sempozyuma yetiştirme düşüncesi,
çeviri üzerindeki çalışma tempomu hızlandırmış olsa da bu düşünceden kısa
zamanda vaz geçip tekrar eski tempoma döndün. Çeviri, Börklüce Mustafa ve
mücadele arkadaşlarına layık olmalıydı. Onun dışında 1830 yılında, yaklaşık bir
yıl Arapça ve Osmanlıca öğrenip, 1830 yılının dört ayını İzmir-Çeşme-Karaburun
üçgeninde geçiren, sosyal devrimci olarak betimlediği Börklüce Mustafa
romanını yazan Leopold Schefer`e
haksızlık etmiş olurdum. Sempozyuma “Alman
Kaynaklarında Börklüce Mustafa Ayaklanması” başlığı altında kaleme aldığım
bildirimle katılmaya karar verdim. İzmir Akdeniz Akademisi`nin başvuru metnini
doldurup, beklemeye başladım. Kabul göreceğinden emindim. Beklemeden hemen
hazırlıklara başladım. 2016 yılının ilk ayında sempozyuma katılacağım haberini
aldım. Heyacanım geçen her gün artıyordu. Nasıl artmasın ki?.. Tam 600 yıl
sonra hem de Gezi ruhunun ülkenin
her köşesinde dipdiri dolaştığı bir dönemde yapılıyor olması, Gezi’yi daha iyi
anlamak ve değerlendirmek için insanlara bir kapı daha aralamaktı. Börklüce’nin
isyanını anlamak için Gezi’nin yarattığı ivmenin bize ilham yaratacağından hiç
bir kuşkum yoktu. Sempozyumu düzenleyenleyen Akdeniz Akademisi`nin tanıtım
bültenlerinde Gezi`ye gönderme yapmış olmaları yaklaşımlarımın doğru olduğunu
gösteriyordu.
XV. yüzyilda yüzbinleri bulan Osmanlı
ordusunun, yerle bir ettiği, direnen onbinlerin sekiz binini verdiği isyan
bayrağı elden ele dolaşıp Gezi eylemlerinde kendini tekrar göstermişti.
Karaburun`da yakalananıp Efes`te
carmıha gerilen Börklüce Mustafa`nın, Sarı Kemal`in Seyh`im Bedreddin`in Mimas/Bozdağ eteklerinde başlattığı,
birlikte yaşayıp, birlikte üreten- tüketen; eşitlik ve özgürlük adına Rum
balıkcıların, Yahudi esnafların ve Türk köylülerinin yaktığı ateşin Gezi
eylemlerinin tam orta yerinde kendine yer bulması, 600 yıl sonra Izmir ve
Karaburun`da uluslararasiıbir sempozyumla taçlandırılması, yakılan ateşin asla
sönmeyecegini ve daha geniş kitleler tarafından sahipleneceğini gösteriyor.
Ayrıca siyasal İslam’ın dibe vurduğu bir dönemde Börklüce Mustafa ayaklanmasına
bakmak direnenler için bir ufuk sağlayacağından kuşkum yoktu! Bugün
içinden geçtiğimiz karanlık ve kaotik ortamın bu isyanla birlikte insanlara
yeni alternatifler yaratacağı kesindi.
Bildirim hazırlığı sırasında en çok zorlandığım
konuların başında verilen 20 dakikalık süreydi. Bu süreye sadık kalarak
bildirim bütünlüğünü bozmadan özetin özetini çıkartıp sunmanın dinleyenler
açısından yararlı olabileceği yönünde kuşkularım vardı ve sempozyum sonrası bu
kuşkularımda haklı olduğumu gördüm. Eğer konuşmanızı 20 dakika ile sınırlı ise
öncesinde metnin üzerinde ne kadar çalışmış olsanız da, yerine getirmeniz
zor oluyor. Benim sunumumda böyle oldu. Malesef 20 dakikayı aşmamdan dolayı,
sunuma başlamadan önce yaptığım 2-3 dakilalık selamlama ve teknik açıklama bir
kaç sayfayı atlamak ve sonuç bölümünü hızlı bir şekilde okumak zorunda bıraktı.
Olsun.. bu ilk sempozyum deneyimim. Bir sonraki sempozyumlarda verilecek olan
zaman sınırlamasının nasıl üstesinden geleceğimi; verilen zaman içersinde,
vurucu ve önemli başlıkları öne çıkması gerektiğini artık biliyorum.
Giriş bölümü biraz uzattım, sonlandırıp
sempozyumun kazanımlarına geçmek istiyorum. Kananımlara geçmeden önce
sempozyumu A´dan Z`ye başarıyla yürüten Akdeniz Akademisi ve çalışanlarına,
İzmir Büyük Şehir Belediyesi`ne, ismini bilemediğim, sempozyum sırasında
katılımcıları ve sempozyum konuklarına rahat bir sempozyum geçirmelerini
sağlayan herkese teşekkür etmek istiyorum.
SEMPOZYUM KAZANIMLARI
İsyandan 600 yıl sonra gerçekleştirilen
Börklüce Mustafa Sempozyumu, İzmir açısından “yer”, “zaman” ve “dönem” olarak
ele alındığında karşımıza çok ilginç verilerin çıktığını görüyoruz.
Yer: Sempozyumun isyanın ve paylaşımcı
toplumun yeşerdiği topraklarda (İzmir-Karaburun) 600 yıl sonra gerçekleşmiş
olması çok anlamlıydı. Bu sempozyum İstanbul´da yapılmış olsaydı, İzmirde
yaşanan ve yaşatılan heyacan bu kadar görkemli olmazdı. Sempozyumda çok
duygusal anların yaşandığına ben şahit oldum ve bu derin duygusallığı sempozyum
süresi içersinde kendim de yaşadım.
Zaman: Yukarıda belirttiğim gibi Gezi`nin
yıldönümüne denk gelmesi ve sempozyumun üçüncü gününde 1416 İsyanı ile Gezi
İsyanı arasında parelellik kurulması, ve bu parelelliği
sunumlarıyla genç kuşakların üstlenmesi önemliydi.
Dönem: Siyasal İslam’ın dibe vurduğu bir
dönemde Börklüce Mustafa ayaklanmasına bakmak direnenler için bir ufuk sağladı.
Bugün içinden geçtiğimiz karanlık ve kaotik ortamın bu isyanla birlikte
insanlara alternatifler yaratması anlamında olumlu olabileceğini muhakkak
ve Börklüce ışığı, 600 yüz yıl sonra İzmir semalarında tekrar göründü.
Börklüce Mustafa Sempozyumu, İzmir
açısından “yer”, “zaman” ve “dönem” olarak ele aldık ama İzmir
açısından farklı üç boyut daha karşımıza çıkmakta. Onlara mutlaka değinmek
gerekli.
Dönem dönem, siyasi konjuktüre göre
uygun olarak dillendirilen “Gavur İzmir” yakıştırması var ya…
işte tam bu yakıştırma üzerinde durmak gerekir; sempozyum İzmir`in bir kez daha
bu yakıştırmanın hakkını vererek “Gavur” olduğunu bir kez daha
kanıtladı. İzmir `in 1415-1416 yılları arasında Osmanlı Devleti’ne karşı
Karaburun yarımadasında örgütlenen Türk köylülerine, Rum denizcilere ve Yahudi
esnaflare sahip çıkması bunun kanıtı.
İkinci olarak iktidar tarafından
kuşatılmaya çalışılan İzmir´in, kuşatmaya Börklüce Mustafa felsefesini
derinleştirmesi halinde güçlü bir kalkan yaratabileceğini düşünmekteyim.
İzmir`de dönem dönem ortaya çıkan milliyetçi damar da Börklüce felsefesi
etrafında kenetlenir, kendi çizgisini gözden geçirip, eşitlik ve paylaşımcı
çizgiye yaklaşırsa, oluşmaya başlayan kalkanın daha güçlü olabileceğinden emin
olabiliriz.
Sempozyum sonrası yapılan
değerlendirmelerde Börklüce Mustafa`nın bir
marka olduğunu ve bu markanın İzmir`e olumlu yönde yansıyacağı doğrultuda
bir görüş belirtilmişti. (sanırım Levent Hocam bu tespiti yaptı) Bu doğru!
Doğru olmayan, Börklüce bu sempozyumla marka olmadı, o ezilen halkın gönlüne
600 yıl önce tahtını kurmuş, O gönüllerin ışığı, güneş ülkesinin piri,
ezilenlerin Dede Sultanı`ydı ….O anlamda bir marka zaten!
Yine sempozyum sonrası yapılan
yorumlarda, gerçekleşen Uluslararası Börklüce Mustafa Sempozyumu`nun postmodern
bir sempozyum havasında geçtiğini, bilim adamları dışında halktan insanların
katılımıyla daha renkli ve heyacanlı olduğu yönündeydi. Bu tespiti sanırım
Yunanistan`dan katılan araştırmacı Dr.
Dimitri Michalopoulos yapmış. Ben de bu tespite katılıyorum ve sırası
gelmişken kendi gözlemlerimi de aktarmak isterim. Dinliyicilerle yaptığım bire
bir sohbetlerde, sempozyum dilinin akademik olduğu, bir günde 3 bazen 4
oturumun fazla olduğu, bir konuyu özümseyemeden bir sonraki konuya geçildiği,
soru ve cevap bölümüne ayrılan zamanın (genelde 20 dakika ayrılmıştı) az olduğu
yönündeydi. Ama tüm konuştuğum kişilerde, 600 yıl sonra yapılan sempozyumun
heyecanını gözlerinde görebilmek mümkündü. Bu heyacan sempozyumun tüm
eksikliklerini olumlu yönde görülmesine vesile oluyordu.
Michel Balıvet`in sağlık
nedenlerinden dolayı sempozyuma katılaması büyük bir kayıptı. Kendisine geçmiş
olsun dileklerimi iletiyorum.
1416 yılındaki isyanın en önemli
kaynaklarından biri, hatta tek kaynak olan Bizanslı tarihçi Dukas dır.
3 günlük sempozyumda en fazla dile kişilerden biri olmasına rağmen Dukas`ı
irdeleyen bir bildirim sunulmamıştır. Bu büyük bir eksikliktir.
Bir diğer eksik kalan taraf, Aydınoğulları
Beyliği hakkında sunum yapılmamış olması. Aydınoğulları`nın en önemli
özelliği, bölgenin halk desteğini arkasına alan isyanların beşiği olması. O
bölgeyi tarihsel akış içinde biraz incelemek ve anımsatmak gerekiyor diye
düşünüyorum. Aydınoğlları Beyliği’nin Ege’de deniz trafiğini ellerinde
tuttuklarını, payitahtın haberi olmaksızın değişik deniz seferleri düzenleyip
zaferler elde ettiklerini, Aydın Beyliği‘n, Karaman Beyliği ile birlikte
Osmanlının başına dert olan iki beylikten biri olduğunu biliyoruz.
SEMPOZYUM BİLDİRİLERİNİN PERSFEKTİFİ
Sempozyumda yeni bilgi yoktu!
Sempozyum öncesi yeni olduğu
varsayılan, Tasvirül Kulüp (Kalplerin Tasviri)
kitabının her iki yazarı/çevirmeni, sunumlarında çalışmanın Börklüce Mustafa`ya
ait olup olmadığı konusunda kafalarda var olan kuşkuları gideremediler! O
nedenle sempozyumda yeni bir bilgi yoktu! tespiti çokça dile getirildi.
Sempozyumda Börklüce İsyanı bağlamında
Osmanlı Devleti`nin kuruluş dönemini iredeleyen Prof. Dr. Levent
Kayapınar`ın, Osmanlı`nın kuruluş yıllarında tüm dinlere eşit mesafede
yaklaştığını, ırk dil din ayrımı yapmadığını, hatta Osmanlı sınırları içersinde
bulunan Bektaşi Dergahları`nın (sempozyum
sırasında örnek olması için bir belge de sundu) devlet tarafından
desteklendiğini, hatta dergahın başındaki postnisin giderlerinin Osmanlı
tarafından ödendiği belirtti. Sayın Levent bu yönündeki bilgileri aktarırken
aslında şunu ima etmeye çalışıyordu: bu kadar hoşgörülü, her kesime eşit
mesafeli, dil, ırk ve din ayrımı gözetmeyen Osmanlı‘nın bu tutumuna
karşı, 1416 yılındaki ayaklanmanın arka planını anlamakta zorlanıyorum!
Levent Bey, bu algısını son gün yaptığı kapanış konuşmasında şu cümlelerle (kelime kelimesine olmasa da,
hatırlayabildiğim kadarıyla) destekleme ihtiyacını hissetti: „Osmanlı
Devleti‘ne hangi persefektiften bakarsak bakalım, bu bizim ortak geçmişimiz, ortak
tarihimiz! Bu tarihi görmemizlikten gelemeyiz“
Osmanlı hakkında ilgimi çeken bir diğer
bildirim ise „Osmanlı İnanç Dünyasında Gri Alanlar“ başlığı
altındaki Dokuz Eylül Üniversi eğitim görevlisi sayın Yrd. Doç.
Dr Nuri Adıyeke idi. Sayın Adıyeke, 19 dakika 30 saniye
Osnmanlı`nın Gri Alanları hakkında bilgi aktardıktan sonra, son 00:30
saniyede „1416 isyanı işte bu bu gri alanlarda olmuştur!“ diyerek sözlerini
sonlandırdı. Bunu söylerken Börklüce Mustafa`nın ismini belirtme ihtiyacı bile
hissetmedi.
Bunun neden böyle olduğu; Börklüce
İsyanını, devasa Osmanlı İmparatorluğu tarihinde devede kulak olarak mı
algılamalıyız? sorusunu sorduğumda ise kendisi; sunumunun başlığını
tekrar okumam gerektiğini belirtti….
Sayın Adıyeke Hocamın
20 dakikalık sunumda 30 saniyeyi geçmeyen Börklüce Mustafa İsyan yorumu beni
hayal kırıklığına uğrattığı altını çizerek tekrar vurgulama ihtiyacını
hissediyorum.
Sempozyuma gitmeden önce Berlin`den bir
arkadaşım „Bu devlet ve akademisyenleri neyi ele alıyorlarsa içini boşaltıp
kendilerine uydurmaya çalışıyorlar!“ yorumunu yapmıştı. Berlinli
arkadaşım bu tespiti çok abartılı olsa da bunun amarelerini yukarıda yazdığım
gibi sempozyum sırasında gördüm.
Sempozyumda isyanın kültürel,
sosyalojik, toplumsal temellerini irdeleyen uluslararası katılımcılarım
katkısıyla gerçekleşen bildirimler de vardı kuşkusuz. Bunları değerlendirirken
iki persfektiften bakmakta yarar görmekteyim. Birincisi, bizim gibi,
sempozyumda bildirim sunan ve sempozyuma dinleyici olarak katılanlar.
Sempozyumda yeni bilgilerin ortaya
çıkmadığını ve tekrarın bolca yapıldığını yukarıda belirtmiştim. Bu
belirlemenin bildirim sunan akademisyen ve yazarlar için geçerli olduğunu
belirtmem gerekir! Sempozyuma dinleyici olarak katılanlar açısından oldukça
verimli geçtiğini tartışılmaz. Her oturum sonrası sorusunu sormak için
sabırsızlanan insanların salondaki varlığı konuya olan ilginin yüksek olduğunu
bize gösterdi. Yanlız bu ilginin nedense ulusal ve yerel basın tarafından
gösterilmediğini de görmek gerekir. Sempozyumun ardından bir hafta gibi bir
zaman geçmesine rağmen, yazılı basında BirGün Gazetesi dışında
sempozyum haberi yapan olmadı. Sempozyum sırasında tanıştığım BirGün muhabiri
Onur Kılıç, -ki kendisine buradan teşekkürlerimi gönderiyorum, sempozyuma özel
ilgisi olmasa, bu haber de yapılmayacaktı. Basının bu ilgisizliğini nasıl
yarumlamalı bilemiyorum!
Üç gün süren sempozyumda sunulan
bildirimlerin detaylarına girmek istemiyorum, çünkü kısa bir süre içersinde
basılı hale gelecek, o nedenle ben kısa başlıklar ile konuyu da fazla uzatmadan
bu bölümü sonlandırayım.
Sempozyum sırasında „kelaynaklar“ katogorisine
koyabileceğimiz sunumlar vardı. Börklüce Mustafa ayaklanması ile uzaktan
yakından alakası olmayan bu sunumları ben kendimce şöyle değerlendirdim: sempozyum
komitesi üç günlük programı doldurmak için bunlara izin verdi ya da yazılı
sunulan bildirim ile sempozyumda okunan bildirimler arasında farklılıklar
oluştu. Bundan başka bir açıklama göremiyorum. Bu „kelaynakları“ örneklendirmek
gerekirse: „Eşkiyalık“ ve „Torlak“ başlığı altındaki
sunumların salonda ve sonrasında hayal kırıklığı yarattığı çok konuşuldu.
Sempozyumun en etkili bildirimleri
Yunanistan`dan katılan akademisyenlerden geldi. Yunanlılar Börklüce isyanına
iştenlikle yaklaşıp gönül bağına vurgu yaptılar. Bunun en bariz örneğini
Yunanistan Araştırma ve Teknoloji Vakfı üyesi, doktor Marinos
Sarıyannis Marinos`un BirGün gazetesine verdiği reportajdı: „Sempozyuma
katılmak benim için çok büyük bir önemi var, aynı zamanda da gurur verici.
Bedrettin ve Börklüce’yle tarihsel olarak bir ilişkimiz var. Bu tarih beni
eskiden beri hep ilgilendiriyordu. Ayrıca bu
topraklarda eskiden beraber yaşıyorduk. Börklüce’nin önderliğindeki 10 bin
insanın yaptığı ayaklanmanın 600 yıl sonra anılması ve araştırılması bir borcun
ödenmesi gibi görülebilir.“
„Bir borcun ödenmesi“….bu duygu dolu
cümle herşeyi anlatıyor.
Bulgaristan, Romanya ve Azerbeycan dan
gelen akademisyenlerin bildirimlerinin zayıf kaldığı, sempozyum öncesi bu
ülkelerden, en azından Bulgaristan ve Romanya`dan yeni daha fazla bilginin
geleceğini umut etmiştim ama malesef…
„ÂDİ“ BİR TÜRK KÖYLÜSÜ
Börklüce Mustafa Sempozyumu sırasında
Börküce Mustafa`ya atfedilen "Âdi Bir Türk Köylüsü" söylemine ciddi
itirazım olmuş sempozyum sırasında söz alarak Börklüce`ye bu yakıştırmayı
yapanların farklı niyetleri! olduğunu vurgulamaya çalışmıştım.
Bu konuya da açıklık getirmek isterim...
Nazım, Bursa cezaevinde yatarken
Mehemmed Şerefeddin’in Şeyh Bedreddin üzerine yazdığı kitabını okur.
O bölüm şöyledir: „Darülfünun İlâhiyat
Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin 1925-1341
senesinde Evkafi İşlâmiye Matbaasında basılan ‘‘Simavne Kadısı oğlu Bedreddin‘‘
isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmış beşinci sayfasına gelmiştim.
Cenevizlilere sirkâtip olarak hizmet eden Dukas, tarihi kelâm müderrisinin bu
altmış beşinci sayfasında diyordu ki: ‘‘O zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde
kâin ve avam lisanında Stilaryum - Karaburun denilen dağlık bir
memlekette ‘‘Âdi bir Türk köylüsü‘‘ meydana çıktı.“
Buradaki „Âdi bir Türk köylüsü“ Nazım
Hikmet`in dikkatini çekmiş! Okuduğumda benim de dikkatimi çekti!
Nazım Hikmet’in‚ Mehemmed Şerefeddin
Efendi‘nin neden „Âdi bir Türk köylüsü“ diye bahsettiğini araştırmış
olabileceğini düşündüm.
Bir şey bulamadım. Osmanlı resmi
tarihçileri Nesri, İdrisi Bitlisi ve Aşıkkpasazade‘nin Şehy Bedreddin ile
ilgili bölümleri inceledim. Yapıtlarında ‘‘Adi bir Türk‘‘ olarak değil,“sıradan
bir köylü“ olarak ondan bahsettiklerini gördüm. Bizanslı tarihçi Dukas‘dan alıntı yapmış
olan kişilerin yapıtlarını da inceledim, oralarda da yok! Mehemmed
Şerefeddin’in yapıtının dışında „Âdi bir Türk köylüsü‘‘ hiç bir yapıtta geçmiyor.
Şeyh Bedreddin üzerine 1921’de doktora
tezi hazırlamış olan Franz Babinger’in çalışmasında da „Âdi bir Türk‘‘
geçmemekte.
Kafayı yiyeceğim. Nerden çıktı bu „Âdi
bir Türk köylüsü‘‘?
Alıntı yapılan ve olayın tek tanığı ve
aktarıcısı Bizanslı tarihçi Dukas’ın notlarına ulaştım. Latincesi şöyle: „Eodem
tempore Turcus quidam simplex et ağrestis innotuit in regione montis, qui sines
İonii ostio adıacet et vulgo Stylarıus appellatur, Chio insülae ad örtüm
obiectus. doçebat ille Turcos paüpertatem volüntariam; et praeter uxores omnia
communia esse debere praedicabet, annoman, vestes, currus et arva. Ego, aiebat,
tua domo ut mea otor; tu mea ut tua uteris, salva uxoris reverentia. cumque in
istud doğma omnes agrestes pertraxisset, şubdole etiam Christianorum amicitiam
petebat. edixit enim, quiçünque Türküs Christianos pios esse negaret, eum
impium esse. quotquot igitür praeceptis eius obsequebantur, in quemcunque Cha
tianum incididsent, beniğne eum anplectebantur et tanquam angelüm dei
colebant.“
Evet bura da „Âdi bir Türk köylüsü“
geçmemekte!!!!! Yok yok yokkkk.
Metindeki kelimeleri bire bir çevirmem
gerek, o zaman daha emin olabilirim. Kelime kelime çevirdim. Orada da yok! Tüm
kaynakları araştırdım. Mehemmed Şerefeddin’in kitabında sözünü ettiği „Âdi
bir Türk köylüsü“ ana kaynak olan Dukas’ın Latince çevirisinde geçmemekte.
Mehemmed Şerefeddin attı mı dersiniz?
BAŞKALDIRININ ASKERİ KARARGÂHI
KARABURUN’A YOLCULUK
Sempozyuma ilgi duyanların başında
Karaburun Yarımadası`ında halazırda orada yaşayan, ya da öğle ya da böyle
Karaburun`da bir dönem kalmış, görev yapmış kişilerdi. Bu kişilerin çok ama çok
önemli bilgilere sahip olduklarına inanıyorum. Akademisyenlerin bazen
önemsemediği, ya da ulaşamadığı özel bilgilerle donatılmış olduklarına
sempozyun sırasında bir kez daha tanıklık ettik. Karaburunlu arkadaşların
aktardıkları ilginç bilgiler şunlar: Radi Fis, “Ben de Halimce
Bedreddinnem” adlı romanı için araştırma yapmaya başlar ve yolu iznik`e düşer.
İznik`deki dergahta bulunan (1944 yılları
olmalı) Bedreddin ile ilgili el yazmaları inceler. Bir kaç gün sonra
jandarma dergaha gelip Radi Fis`in incelediği bu el yazmalara el koyup
beraberinde götürür. O el yazmalar nerededir, neler içerir bilemiyoruz! Belki
bu satırlar o el yazmaların bulunmasına vesile olur.
İkinci olarak Börklüce Mustafa ve
müritlerinin isyan sırasında besin kaynaklarının başında „Hurma Zeytin“
geldiğini ve bu Hurma Zeytin`in Karaburun Yarımadası`nda yetiştiğini
öğreniyoruz. Bu bilgi yine Karaburunda yaşayan duyarlı bir Börklüce Mustafa
müridi tarafından aktarıldı. Her yıl Kasım ayı sonunda denizden karaya doğru
esen rürgar, zeytin ağaçlarına mantar bulaştırdığını, bu mantarın zeytinin
nemini gidermesi sonrasında, zeytinin dalında tatlandığını öğreniyoruz.
İkinci olarak Karaburun Keçisi gelmekte.
Bu keçi hakkında Internet sayfaları şu bilgileri vermekte: “En uç noktadaki
yeni filizlenip tomurcuklanan yeşilleri, otları, çiçekleri yerler ve onlardan
beslenirler. Onların uzandığı bu yerlere kimse ulaşamaz. O nedenle sütü ve eti
dünyanın en sağlıklı ürünüdür.” Bu kapitalistler tarafından tasvip edilen bir
durum değildir. Neden? İnsanların sağlıklı olması, ilacın az kullanılmasını,
diğer hayvan etinin az tüketilmesini beraberinde getirir. (koyun, tavuk gibi
kontrol edilebilen hayvan türleri). Bu nedenle ben bu Karaburun
Keçileri`ne Antikapitalist keçiler adını taktım! Karaburun Keçileri
Karaburun yarımadası ve Börklüce felsefesine yaraşır bir hayvan.
Yarımadadaki
zenginlikler bir tek bununla bitmiyor. Yarımadaya son günde yapılan
yolculuğunuzda 600 yüzyıldan bu yana süren bir etkinliğe de tanıklık etmiş
olmamız. Kırkım Şenliği: Şenlik Kavaklıkuyu olarak
adlandırılan bir alanda yapılıyor. Buraya ulaşmak için araba ile 15-20 dakika
yukarıya doğru tırmanmak gerekiyor. Keskin virajları soluk soluğa geçtikten
sonra, düz bir ovaya geliyoruz. Ovanın tam ortasında ulu bir çınar….
ULU BİR ÇINAR
Öğle bir çınar ki kelimelere sığmıyor.
Gövdesi siz deyin 5 ben diyeyim 10 kişi; ancak el ele tutarak ölçebilir… Ben
ömrümde böyle devasa çınar görmedim. Yaşı kimilerine göre 600, diğerine göre
1000-1500. Ama en az 500 yüzyıl olduğu kesin, Kırkım Şenlikleri bu Ulu Çınar`ın
etrafında yapılıyor. Yüzyıllar öncesine dayanan keçilerin yaz mevsimine
hazırlanması için kıllarının kırkılması işlemi imece usulüyle yapılıyor.
Karaburun her yıl yapılan Kırkım Şenlikleri bölgedeki keçi yetiştiriciliğine sosyal
bir boyut kazandırırken, Börklüce Mustafa`nın toplumsal dayanışma felsefesine,
birlik ve beraberliğini de yaşatmaya devam ediyor.
SONUÇ OLARAK
Sonuç olarak denilebilir ki:
•
600 yüzyıl aradan sonra sempeyumun ilk
olmasından dolayı çok anlamlıydı.
•
Sempozyumun İzmir ve Karaburun da gerçekleşmiş olması, İzmir`in “gavurluğunu” bir kez daha tecsil etti.
•
Ayaklanmanın olduğu dönemde Osmanlı’nın sınıfsal, idari, sosyolojik ve hatta
ekolojik yapısına vurgu yapıldı. Börklüce Mustafa’nın bugüne dek kamuoyu tarafından bilinmeyen yönlerine
de ışık tutuldu.
•
Girit Üniversitesi’nden Doç. Dr. Elias Kovolos Anadolu’da köylülüğün tarih yazımına girmesinin bu ayaklanma
sayesinde olduğunu çarpıcı bir tespiti yerinde oldu. Elias Kovolos, Torlak
Kemal`i unutmamamız! gerektiğini bir kez daha bize hatırlattı.
•
“Tasvirü’l-Kulüb adlı çalışma ile
sempozyuma katılan Mehmet Işıktaş`ın: “Bugüne dek herkes Bedrettin’i yazmış.
Nazım Hikmet, Erol Toy, Radı Fis, herkes ‘Bedrettin esastır’ düşüncesiyle
konuyu ele aldı. Oysa bu hareketin
taşıyıcısı Börklüce’dir. Karaburun’da pratiği üreten, savaşı yapan, komünü
kuran, her şeyi yapan Börklüce’nin önderliğidir” tespitine katılmamak mümkün
değil.
•
Börklüce’nin isyanını anlamak için Gezi’nin
yarattığı ivmenin bize ilham yarattığını söylemeliyim. Siyasal İslam’ın
dibe vurduğu bir dönemde Börklüce Mustafa ayaklanmasına bakmak direnenler için
bir ufuk sağlayabilir.
•
Sunum yapanları en fazla zorlayan konuların başında bildirim başına verilen 20 dakikalık süreydi. Sınırlı dakikalar
içersinde insanın meramını anlatabilmesi zorlaşıyor ve özetin özetini verme
gibi bir durumla karşı karşıya kalıyor.
• Buna
karşı ne yapılabilinir? Katılımcılar ve sunum yapanların daha fazla
tartışabileceği soru/cevap bölümünün biraz daha uzun tutulması ya da bu tür
sempozyumları daha katılımcı olmasını saylayan yeni yaklaşımlar olabilir. Bu
konuda yeni konsepler geliştirmek gerekir.
Ilhami Yazgan
15.06.2016 / Köln
iyazgan@web.de