7 Şubat 2013 Perşembe

Alevi-Bektaşi Edebiyatını Sunnileştirme Çabalarına Bir Örnek


Aşağıdaki hikaye Ömer Seyfettin`in Kurumuş Ağaçlar kitabından alınmıştır. Uzun bir hikayedir ve Ömer Seyfettin`in son hikayalerinden biridir.

Özgür Ansiklopedi Wikipedi, Ömer Seyfettin hakkında şu bilgileri verir; ’’(Doğum 1884, ölüm 6 Mart 1920) Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Asker, şair ve güçlü bir edebi yeteneği olan bir öğretmendir. Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. Ayrıca edebiyatta Türkçülük akımının kurucularındandır. Türkçede sadeleşmenin savunucusudur. Kısa ömrüne pek çok sayıda eser sığdırmıştır.’’
İyi anlaşılması için tekrar vugulamakta yarar var;

Ömer Seyfettin; Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ve ’’Türkçülük akımının kurucularındandır.

Bundan ötesi yoktur!...

O, Türk Edebiyatı’nın başmimarlarından biri dir.
 


Ömer Seyfettin en yakın arkadaşı olan Ali Canip Yöntem geçmişte Kurumuş Ağaçlar adlı hikaye ile ilgili şunları söylemiştir; ‘‘Bu hikaye Ömer Seyfettin’in en son hikayesi dir. En küçük bir anlatımdan mükemmel bir hikaye ortaya çıkardı. Ömer Seyfettin’in son günlerinde mevzu bulamıyorum diye kaderleniyordu. Bir gece annemden bir masal söylemesini rica etti. İşte bu Kurumuş Ağaçlar’ı  annemden dinledikten sonra yazdı. Artık bir şey yazamıyordu. Hastalandı ve öldü’’.

Ali Canip Yöntem’in bu anlatımından yola çıkarsak Ömer Seyfettin’in Kurumuş Ağaçlar’ı masal anlatımından esinlenerek yazdığı yönündedir.

 



Yazar ve edebiyatcıların esinlenme sezileri güçlüdür. Buna bir itiraz olamaz. Bir anlatımdan yola çıkarak mükemmel bir hikaye yazıp, bir kelimenin izini sürerek sürükleyici bir romanı ortaya çıkartmaları gibi.  

 

Kısa bir süre önce Ömer Seyfettin’in Kurumuş Ağaçlar adlı hikayesini okuduğumda hikayenin sonlarına doğru ’’yok bu kadar, bu kadar olmaz!’’ diye kendi kendime hayıflandım. Hikayeyi baştan sona tektar okudum. Esinlenme formatının farklı olduğunu, ’’minareyi çalan kılıfını hazırlar‘‘ misali, Ali Canip Yöntem’im ‘‘annemin anlattığı masalden esinlendi‘‘ söyleminin bir kılıf olduğuna kanaat getirdim.

 


Minare çalınmış, kılıfı ise masal olarak tasarlanmıştı.

 

 

Minarenin çalınıp, kılıfının nasıl masallaştığına geçmeden önce Ömer Seyfettin`in Kurumuş Ağaçlar kitabındaki hikayesini mutlaka okumak gerekiyor.

 

’Deli Murat, memleketin en azılı bir derebeyi idi! Fakat yaşlandıkça aklı başına geldi. İyinin, kötünün farkına varmaya başladı. Artık en küçük bir fenalık bile onun vicdanında sönmez bir azap cehennemi tutuşturuyordu. Elli yaşına girmişti. Hacca gitmek niyetindeydi. Lâkin hangi yüzle?.. Uzun kış geceleri, vahşî bir saraya benzeyen kulesinin tenha odasında, ocağın alevlerine dalarak yaptıklarını düşünürdü. Tam otuz sene... Etmediği kalmamıştı. Soyduğu kervanları, kaldırdığı kızları, vurduğu postaları, yaktığı köyleri, yıktığı hanları, bastığı şehirleri hep birden hatırladı. Hele öldürdüğü insanlar... Bunları unutabilmek imkanı yoktu. Vâkıa çoğunu kendi nefsini kurtarmak için öldürmüştü. Fakat ne olursa olsun, yine kandı! Evet, kırk kan!...

 

Bir gece sabaha kadar uyuyamadı. Daha şafak sökmeden atlarını hazırlattı. Kasabaya doludizgin koştu. Sabah namazını henüz bitiren Karababa'yı seccadesinde buldu. Bu Şeyh, devrinin en büyük erenlerindendi. Tekkesi ümitsizlerin mâbediydi. Deli Murat'ı görünce gülümsedi:

 

— Hoş geldin. Seni bekliyordum, dedi.

 

— Beni mi?

 

— Evet.

 

— Niçin?

 

— Hacca gitmek istiyorsun, değil mi?

 

— ....

 

Deli Murat, bu her şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten haberdar, mübarek ihtiyarın eline sarıldı. Öptü:

 

— Fakat yüzüm yok, babacığım, dedi.

 

— Allah her şeyi affeder.

 

— Benim kabahatim çok. Günahlarım çok büyük...

 

— ......

 

Seccadenin kenarına diz çöktü. Ağlaya ağlaya mazisini anlattı. Bunlar hatırında durdukça, peygamberin mezarına yüz sürmeye cesaret edemeyecekti. Karababa:

 

— Senin kırk kanın var! Dedi.

 

— Evet.

 

— Allah bunları bile affeder.

 

— Nasıl?

 

— Ya ölüme lâyık bir adamı vurursun...

 

Deli Murat:

 

— Aman aman, diye haykırdı, ben artık adam öldüremem!

 

Karababa:

 

— Yahut da, büyük bir menzil açar, geleni geçeni fakir, zengin ayırt etmeden doyurursun. Hepsinin gönlünü hoş edersin! Dedi.

 

Deli Murat, bu ikinci kefareti muvafık buldu. Parasının sayısını bilmezdi. Bir menzil değil, on menzil açabilirdi.

 

— Pekala babacığım, dedi, yarından sonra menzil açıktır. Fakat kanlarımın affolunup olunmadığını nereden bileyim?

 

— Bilip de ne yapacaksın?

 

— Hacca gideceğim.

 

Karababa bir an düşündü:

 

— Menzilin iç bahçesine kurumuş ağaçlar dik... Dedi.

 

Kurumuş ağaçlar mı?

 

— Evet, bunlar yeşerip çiçek açınca, kanların affedilmiş, kefaretin kabul olunmuştur.

 

— Hiç kurumuş ağaç yeşerir, çiçer açar mı?

 

— Açar.

 

— !...

 

Deli Murat'ın vahşî bir saraya benzeyen kulesi geniş ovaya inen yolun üstünde idi. Yedi ülke yolcuları önünden geçmeye mecburdu. Burasını hemen menzil haline koydu. Her odaya bir sofra kurdu. Günde yirmi kazan kaynıyordu. Ekmeğinden, etinden, pilavından yedirmeden kimseyi geçirtmezdi. İç bahçeye de Karababa'nın dediği gibi kurumuş ağaçlar diktirdi. Her gün bunları yokluyordu. Aradan bir sene, iki sene, üç sene geçti. Kurumuş ağaçlar yeşermek şöyle dursun, hatta çürümeye, kurtlanmaya yüz tutmuştu. Her gün yine kazanlar kaynıyor, yaz, kış hayrat devam ediyordu. Deli Murat'ın içine şüphe girdi: "Budala mıyım? Hiç kurumuş tahtalar çiçek açar mı? Karababa beni daima hayrat yapayım diye böyle aldatmış olmalı!" Diyordu. Gündüzleri menzilin önündeki çardağa oturur, uşakların, yolcuları nasıl ağırladıklarına nezaret ederdi. Karnı tok olanlara bile mutlaka aşından bir yudum tattırırdı. Bir gün bu çardakta kefaretinin kabul olunup hacca gidebileceğini düşünürken daldı. Tatlı bir rüya görmeye başladı. Bir devenin üstünde, tek başına, çöl ortasında gidiyordu. Deve birdenbire durdu. Deli Murat uğraşıyor, bir türlü yürütemiyordu. Nihayet deve silkindi. Murat kumlara yuvarlandı. Gözlerini açıp, "Hayırdır inşallah!" derken, uşaklarının yol üstünde bir atlı ile uğraştıklarını gördü. Dikkat etti. Bu adam atından inmiyor:

 

— Bırakın beni! Acele işim var. Duramam! Bırakın... İnmem...

 

Diyordu. Uşaklar zorluyorlar, "İn, bir yudum çorba iç. Sonra git, seni bırakırsak, ağa bize darılır." diye yalvarıyorlardı.

 

Deli Murat doğruldu. Kendisi de inmesi için atlıya ricaya gidecekti. Kalktı. Tam yola doğru yürürken yolcu atını şaha kaldırmış, uşakların elinden kurtulmuştu. Deli Murat'ın inat damarı tuttu. İçinden, "Ulan, ben sana mutlaka aşımdan tattıracağım!" dedi. Belinden tabancasını çıkardı. Havada uçan serçe kuşlarını nişan almadan vurabilirdi. Yolcunun hızla uzaklaşan atına güzel bir nişan aldı. "Hayvan ölünce gidemez. Çorbayı içer. Ben ona en iyi atlarımdan birini hediye ederim, memnun olur..." diyordu. Tetiği çekti. Fakat at durmadı. Bilakis dörtnala kalktı. Üzerindeki adam yere düşmüştü. Uşaklarıyla beraber bu yolcunun imdadına koştu. Bir de ne görsün? Meğerse ata attığı kurşun, zavallı sahibinin ensesinden girip alnından çıkmamış mı? Yüzünden taze kanlar sızıyordu. Az buçuk daha kendini kaybedecekti. İşte kırk kanını Allah'a affettirmeye çalışırken kazara, elinden yeni bir kan daha çıkmıştı. Ağlamaya başladı. Teessürü o kadar müthişti ki... Uşakları ürktü. "Bırakın, kendimi öldüreceğim. Artık dünya bana haram olsun!" diye haykırıyordu. Elinden tabancasını zorla kaptılar. Teskin etmek için menzildeki odasına götürüyorlardı. İç bahçeye girince birdenbire:

 

— Ah!... diye haykırdı, Bakınız bakınız!...

 

— ....

 

Kurumuş ağaçların hepsi aniden ilkbahar bademleri gibi çiçek açmıştı. Bu mucize herkesi şaşırttı. Deli Murat, sevincinden bu bir anda yeşermiş ağaçların diplerini öpüyor, gözlerinden saadet yaşları akıyordu. İşte artık günahları, kırk kanın günahı affedilmişti. Demek kaza ile vurduğu adam ölüme lâyık bir günahkârdı! Bunun kim olduğunu tahkik etti. Menzilde hazır bulunan yolcuların hepsi tanıyorlar:

 

— Dünyada bunun kadar iyi adam yoktu. Allah rahmet eylesin...

 

Diye acıyorlardı. Fakat Deli Murat:

 

— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!...

 

Tanıyanlar tekrar reddettiler:

 

— Hayır, mübarek bir adamdı! Hemşerilerinden kimseye fenalık etmedi. Beş vakit namaz kıldı. Üç ay oruç tuttu. Fakire, fukaraya baktı. Öksüzler büyüttü...

 

— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!...

 

Ama cesedin başında herkes iyiliğine dair şehâdette ısrar ediyordu. Nihayet Deli Murat:

 

— O halde, bu adam şimdi gayet büyük bir günah işlemeye gidiyormuş!

 

Dedi. Uşaklarına ölünün üzerini aramalarını emretti. Küçük bir mektuptan başka bir şey bulamadılar. Bu mektup, genç ve namuslu bir kadının aleyhinde yazılmış, kocasına gönderiliyordu.’’

 

---------------------------------

 

 

Hikaye böyle……..

 

 

İlk okunduğunda bir Türk masalı gibi algılanmakta.

 

 

Hayır, bu doğru değil!.

 

 

Bu tipik bir Alevi-Bektaşi hikayesi.

 

 

Peki bunu nasıl kanıtlayacağız?

 

 

İlk olarak Ömer Seyfettin’in yazmış olduğu orijinal metinden başlayıp minare çalındıktan sonra, kılıfının nasıl hazırlandığını göreceğiz.

 

 

Daha sonra biraz daha gerilere gidip, Osmanlı dönemindeki kaynaklara bakacağız.

 

 

Bir kere orijinal anlatımda fikrine başvurulan Şeyhin, devrin en büyük erenlerinden biri olduğu yazılmış.

 

 

Erenler, ağırlıklı olarak Bektaşiler tarafından kullanılmakta.

 

 

Yine orijinal anlatımda  Erenlerin bulunduğu mekan tekke olarak verilmiş. Bektaşi geleneğinde pirlerin, mürşitlerin, derviş ve muhiplerin içinde barındıkları, hizmet sundukları, ayin icra ettikleri tapımma evlerine tekke veya dergâh denir.

 

 

Deli Murat için öngörülen büyük bir menzil aç emri; geleni geçeni fakir, zengin ayırt etmeden doyurması, bir tür hayırsever kuruluş geleneğidir ve Bektaşilik kültürünün vazgeçilmez bir parçasıdır.

 

 

Tekkelerin o meşhur kara kazanların ocaktan hiç indirilmemesi; (ki, hikayede kaynayan kazanlar var), gelip geçenler hazır bulunan Baba çorbasından muhakkak nasibini alması bir Bektaşi geleneğidir.

 

 

Deli Murat için öngörülen günah çıkarma geleneği yine bir Bektaşi geleneğidir.

 

 

Müritler, Bektaşi Babalarının önünde suç-günah itirafında bulunurlar, Babalar ise onları affederler ya da Deli Murat’da olduğu gibi hayır yapması istenir. Tıpkı kiliselerdeki günah çıkarma ritüeli gibi.

 

 

Orijinal anlatımda Deli Murat’ın sabah namazını kılarken bulduğu Karababa, Cem arkanını saglayan Babalardan biri olsa gerek.

 

 

Ehl-i Beyt soyundan gelen ailelerin olusturdugu çevresel inanç merkezine ve ekolüne “ocak” denir. Bu ocaklara mensup olan kimselere de “Ocakzade” denir. Iste bu ocakzade olan, Alevi inanç sistemi içerisindeki ritüelleri ve cem erkânının uygulanmasını saglayan kisilere de “dede”, “baba” ya da “pir” denir. Ömer Seyfettin hikayesinde geçen Karababa Alevi dedelerinden biridir.

 

Peki hikayede çokça geçen ve Deli Murat’nın vicdanında sönmez bir azap cehennemine çeviren  kırk kana, kırk cana ne demeli?

 

Alevilerde bir can hakka yürüdükten kırk gün sonra, kırk lokması verilir.

 

Alavi-Bektaşi geleniğinde Hz. Muhammed’in 40"lar Meclisi denilen bir toplantıya katılmak istemesi sürekli anlatılır.

 

Kendini Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu olarak kabul ettirmiş olan Ömer Seyfettin’in yukarıda açıklamalarıyla birlikte verdiğimiz Alevi-Bektaşi geleneklerini bir kenara bırakıp, bir masal anlatımından esinlenerek bir hikaye yazmış olabileceğini kabul etmek oldukça zor.

 

Ömer Seyfettin gibi usta bir yazarın 15. Yüzyılda yazılmış Hacı Bektaş Veli-Valayetnameden habersiz olabileceğine de imkan vermiyoruz!  Çünkü Hacı Bektaş Veli-Valayetname’inde Ömer Seyfettin’in Kurumuş Ağaçlar hikayesi faklı bir anlatımla verilmekte. Velayetneme’deki rivayete göre olay şöyle geçmekte: Olay Denizlide geçer. Denizli’de birisi vardır. Uzun müddet yol kesip adam öldürmüştür. Günlerden birgün insafa gelir. Ona “Senin aradığın Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş Hünkar’dır’’ derler. ’’Onun huzuruna varırsan senin derdine derman olur”. Hacı Bektaş Veli onun eline ucu yanmış kuru bir köseyi verip “İyiliğim büyük bir yolun üzerine bostan ek gelip giden yolculara onun meyvesinden ver yesinler’’der. Bir yıl yine her zamanki gibi bostan ekip ürününden gelene gidene verir. Tesadüfen günlerden birgün birisinin hızla gittiğini görür. Önüne çıkıp “Kardeş biraz dur’’ der. Adam ’’Acele işim var gidiyorum’’ der. Bunun üzerine Bostancı yolcuyu orada öldürür.  Geri döndüğünde köseğinin yeşermiş ve tomurcuklanmış olduğunu görür. Tövbesinin kabul olduğunu anlar. Sonra Hacı Bektaş Veli’nin huzuruna çıkar. Traş olup taç giyer ve erenlerin hizmetinde bulunur. (Kısa anlatımı. İsteyenler İnternet üzerinden hikayenin tamamını okuyabilir.)

 

Bu makalede kullanacağımız başlığı ararken ’’Sunnileştirme’’ ve ’’Türkleştirme’’ arasında gidip geldik. Ömer Seyfettin’in 1920’lere kadar yaşadığını, Kurumuş Ağaçlar’ın  son hikayesi olduğunu bildiğimiz için, ’’Türkleştirme’’ daha uygun olur diye düşündük ama hikayenin metnine bakıldığında karşımıza şunlar çıkmaktı ve ’’Sunnileştirme’’nin daha uygun olduğuna karar verdik.

 

Ömer Seyfettin kahramanını Hacca göndermekte. Elli yaşından sonra Hac ziyareti! Alevi-Bektaşi geleneğinde böyle bir gelenek yok. Hac ziyareti Sunnilerin ölmeden önce yerine getirmek istediği dini emirlerinden biri olarak bilinmekte.

 

Deli Murat’ın her şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten haberdar olan, mübarek ihtiyarı sabah namazını henüz bitirmek üzere iken seccadesinde bulması olayında Ömer Seyfettin, okuyucusuna; hey okuyucalar bu işin karameti namazdadır, seccadeddir, Sunniliktedir demeye getiriyor.

 

Deli Murat’ın peygamberin mezarına yüz sürme arzusu ve son olarak da Ömer Seyfettin’in hikayeyi namus olgusuyla sonlandırması,  Alevi ve Bektaşileri Sunnileştirme çabalarının teşadüfü olmadığını, 1826’larda yaşanan  Vaka-i Hayriye’ler gibi sistematik ve planlı olduğudur.

 

İlhami Yazgan

 

iyazgan@web.de

 

Köln

 

Aşağıdaki hikaye Ömer Seyfettin`in Kurumuş Ağaçlar kitabından alınmıştır. Uzun bir hikayedir ve Ömer Seyfettin`in son hikayalerinden biridir.

Özgür Ansiklopedi Wikipedi, Ömer Seyfettin hakkında şu bilgileri verir; ’’(Doğum 1884, ölüm 6 Mart 1920) Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Asker, şair ve güçlü bir edebi yeteneği olan bir öğretmendir. Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. Ayrıca edebiyatta Türkçülük akımının kurucularındandır. Türkçede sadeleşmenin savunucusudur. Kısa ömrüne pek çok sayıda eser sığdırmıştır.’’



İyi anlaşılması için tekrar vugulamakta yarar var;

Ömer Seyfettin; Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ve ’’Türkçülük akımının kurucularındandır.

Bundan ötesi yoktur!...

O, Türk Edebiyatı’nın başmimarlarından biri dir.

Ömer Seyfettin en yakın arkadaşı olan Ali Canip Yöntem geçmişte Kurumuş Ağaçlar adlı hikaye ile ilgili şunları söylemiştir; ‘‘Bu hikaye Ömer Seyfettin’in en son hikayesi dir. En küçük bir anlatımdan mükemmel bir hikaye ortaya çıkardı. Ömer Seyfettin’in son günlerinde mevzu bulamıyorum diye kaderleniyordu. Bir gece annemden bir masal söylemesini rica etti. İşte bu Kurumuş Ağaçlar’ı  annemden dinledikten sonra yazdı. Artık bir şey yazamıyordu. Hastalandı ve öldü’’.

Ali Canip Yöntem’in bu anlatımından yola çıkarsak Ömer Seyfettin’in Kurumuş Ağaçlar’ı masal anlatımından esinlenerek yazdığı yönündedir.

 



Yazar ve edebiyatcıların esinlenme sezileri güçlüdür. Buna bir itiraz olamaz. Bir anlatımdan yola çıkarak mükemmel bir hikaye yazıp, bir kelimenin izini sürerek sürükleyici bir romanı ortaya çıkartmaları gibi.  

 

Kısa bir süre önce Ömer Seyfettin’in Kurumuş Ağaçlar adlı hikayesini okuduğumda hikayenin sonlarına doğru ’’yok bu kadar, bu kadar olmaz!’’ diye kendi kendime hayıflandım. Hikayeyi baştan sona tektar okudum. Esinlenme formatının farklı olduğunu, ’’minareyi çalan kılıfını hazırlar‘‘ misali, Ali Canip Yöntem’im ‘‘annemin anlattığı masalden esinlendi‘‘ söyleminin bir kılıf olduğuna kanaat getirdim.

 


Minare çalınmış, kılıfı ise masal olarak tasarlanmıştı.

 

 

Minarenin çalınıp, kılıfının nasıl masallaştığına geçmeden önce Ömer Seyfettin`in Kurumuş Ağaçlar kitabındaki hikayesini mutlaka okumak gerekiyor.

 

’Deli Murat, memleketin en azılı bir derebeyi idi! Fakat yaşlandıkça aklı başına geldi. İyinin, kötünün farkına varmaya başladı. Artık en küçük bir fenalık bile onun vicdanında sönmez bir azap cehennemi tutuşturuyordu. Elli yaşına girmişti. Hacca gitmek niyetindeydi. Lâkin hangi yüzle?.. Uzun kış geceleri, vahşî bir saraya benzeyen kulesinin tenha odasında, ocağın alevlerine dalarak yaptıklarını düşünürdü. Tam otuz sene... Etmediği kalmamıştı. Soyduğu kervanları, kaldırdığı kızları, vurduğu postaları, yaktığı köyleri, yıktığı hanları, bastığı şehirleri hep birden hatırladı. Hele öldürdüğü insanlar... Bunları unutabilmek imkanı yoktu. Vâkıa çoğunu kendi nefsini kurtarmak için öldürmüştü. Fakat ne olursa olsun, yine kandı! Evet, kırk kan!...

 

Bir gece sabaha kadar uyuyamadı. Daha şafak sökmeden atlarını hazırlattı. Kasabaya doludizgin koştu. Sabah namazını henüz bitiren Karababa'yı seccadesinde buldu. Bu Şeyh, devrinin en büyük erenlerindendi. Tekkesi ümitsizlerin mâbediydi. Deli Murat'ı görünce gülümsedi:

 

— Hoş geldin. Seni bekliyordum, dedi.

 

— Beni mi?

 

— Evet.

 

— Niçin?

 

— Hacca gitmek istiyorsun, değil mi?

 

— ....

 

Deli Murat, bu her şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten haberdar, mübarek ihtiyarın eline sarıldı. Öptü:

 

— Fakat yüzüm yok, babacığım, dedi.

 

— Allah her şeyi affeder.

 

— Benim kabahatim çok. Günahlarım çok büyük...

 

— ......

 

Seccadenin kenarına diz çöktü. Ağlaya ağlaya mazisini anlattı. Bunlar hatırında durdukça, peygamberin mezarına yüz sürmeye cesaret edemeyecekti. Karababa:

 

— Senin kırk kanın var! Dedi.

 

— Evet.

 

— Allah bunları bile affeder.

 

— Nasıl?

 

— Ya ölüme lâyık bir adamı vurursun...

 

Deli Murat:

 

— Aman aman, diye haykırdı, ben artık adam öldüremem!

 

Karababa:

 

— Yahut da, büyük bir menzil açar, geleni geçeni fakir, zengin ayırt etmeden doyurursun. Hepsinin gönlünü hoş edersin! Dedi.

 

Deli Murat, bu ikinci kefareti muvafık buldu. Parasının sayısını bilmezdi. Bir menzil değil, on menzil açabilirdi.

 

— Pekala babacığım, dedi, yarından sonra menzil açıktır. Fakat kanlarımın affolunup olunmadığını nereden bileyim?

 

— Bilip de ne yapacaksın?

 

— Hacca gideceğim.

 

Karababa bir an düşündü:

 

— Menzilin iç bahçesine kurumuş ağaçlar dik... Dedi.

 

Kurumuş ağaçlar mı?

 

— Evet, bunlar yeşerip çiçek açınca, kanların affedilmiş, kefaretin kabul olunmuştur.

 

— Hiç kurumuş ağaç yeşerir, çiçer açar mı?

 

— Açar.

 

— !...

 

Deli Murat'ın vahşî bir saraya benzeyen kulesi geniş ovaya inen yolun üstünde idi. Yedi ülke yolcuları önünden geçmeye mecburdu. Burasını hemen menzil haline koydu. Her odaya bir sofra kurdu. Günde yirmi kazan kaynıyordu. Ekmeğinden, etinden, pilavından yedirmeden kimseyi geçirtmezdi. İç bahçeye de Karababa'nın dediği gibi kurumuş ağaçlar diktirdi. Her gün bunları yokluyordu. Aradan bir sene, iki sene, üç sene geçti. Kurumuş ağaçlar yeşermek şöyle dursun, hatta çürümeye, kurtlanmaya yüz tutmuştu. Her gün yine kazanlar kaynıyor, yaz, kış hayrat devam ediyordu. Deli Murat'ın içine şüphe girdi: "Budala mıyım? Hiç kurumuş tahtalar çiçek açar mı? Karababa beni daima hayrat yapayım diye böyle aldatmış olmalı!" Diyordu. Gündüzleri menzilin önündeki çardağa oturur, uşakların, yolcuları nasıl ağırladıklarına nezaret ederdi. Karnı tok olanlara bile mutlaka aşından bir yudum tattırırdı. Bir gün bu çardakta kefaretinin kabul olunup hacca gidebileceğini düşünürken daldı. Tatlı bir rüya görmeye başladı. Bir devenin üstünde, tek başına, çöl ortasında gidiyordu. Deve birdenbire durdu. Deli Murat uğraşıyor, bir türlü yürütemiyordu. Nihayet deve silkindi. Murat kumlara yuvarlandı. Gözlerini açıp, "Hayırdır inşallah!" derken, uşaklarının yol üstünde bir atlı ile uğraştıklarını gördü. Dikkat etti. Bu adam atından inmiyor:

 

— Bırakın beni! Acele işim var. Duramam! Bırakın... İnmem...

 

Diyordu. Uşaklar zorluyorlar, "İn, bir yudum çorba iç. Sonra git, seni bırakırsak, ağa bize darılır." diye yalvarıyorlardı.

 

Deli Murat doğruldu. Kendisi de inmesi için atlıya ricaya gidecekti. Kalktı. Tam yola doğru yürürken yolcu atını şaha kaldırmış, uşakların elinden kurtulmuştu. Deli Murat'ın inat damarı tuttu. İçinden, "Ulan, ben sana mutlaka aşımdan tattıracağım!" dedi. Belinden tabancasını çıkardı. Havada uçan serçe kuşlarını nişan almadan vurabilirdi. Yolcunun hızla uzaklaşan atına güzel bir nişan aldı. "Hayvan ölünce gidemez. Çorbayı içer. Ben ona en iyi atlarımdan birini hediye ederim, memnun olur..." diyordu. Tetiği çekti. Fakat at durmadı. Bilakis dörtnala kalktı. Üzerindeki adam yere düşmüştü. Uşaklarıyla beraber bu yolcunun imdadına koştu. Bir de ne görsün? Meğerse ata attığı kurşun, zavallı sahibinin ensesinden girip alnından çıkmamış mı? Yüzünden taze kanlar sızıyordu. Az buçuk daha kendini kaybedecekti. İşte kırk kanını Allah'a affettirmeye çalışırken kazara, elinden yeni bir kan daha çıkmıştı. Ağlamaya başladı. Teessürü o kadar müthişti ki... Uşakları ürktü. "Bırakın, kendimi öldüreceğim. Artık dünya bana haram olsun!" diye haykırıyordu. Elinden tabancasını zorla kaptılar. Teskin etmek için menzildeki odasına götürüyorlardı. İç bahçeye girince birdenbire:

 

— Ah!... diye haykırdı, Bakınız bakınız!...

 

— ....

 

Kurumuş ağaçların hepsi aniden ilkbahar bademleri gibi çiçek açmıştı. Bu mucize herkesi şaşırttı. Deli Murat, sevincinden bu bir anda yeşermiş ağaçların diplerini öpüyor, gözlerinden saadet yaşları akıyordu. İşte artık günahları, kırk kanın günahı affedilmişti. Demek kaza ile vurduğu adam ölüme lâyık bir günahkârdı! Bunun kim olduğunu tahkik etti. Menzilde hazır bulunan yolcuların hepsi tanıyorlar:

 

— Dünyada bunun kadar iyi adam yoktu. Allah rahmet eylesin...

 

Diye acıyorlardı. Fakat Deli Murat:

 

— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!...

 

Tanıyanlar tekrar reddettiler:

 

— Hayır, mübarek bir adamdı! Hemşerilerinden kimseye fenalık etmedi. Beş vakit namaz kıldı. Üç ay oruç tuttu. Fakire, fukaraya baktı. Öksüzler büyüttü...

 

— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!...

 

Ama cesedin başında herkes iyiliğine dair şehâdette ısrar ediyordu. Nihayet Deli Murat:

 

— O halde, bu adam şimdi gayet büyük bir günah işlemeye gidiyormuş!

 

Dedi. Uşaklarına ölünün üzerini aramalarını emretti. Küçük bir mektuptan başka bir şey bulamadılar. Bu mektup, genç ve namuslu bir kadının aleyhinde yazılmış, kocasına gönderiliyordu.’’

 

---------------------------------

 

 

Hikaye böyle……..

 

 

İlk okunduğunda bir Türk masalı gibi algılanmakta.

 

 

Hayır, bu doğru değil!.

 

 

Bu tipik bir Alevi-Bektaşi hikayesi.

 

 

Peki bunu nasıl kanıtlayacağız?

 

 

İlk olarak Ömer Seyfettin’in yazmış olduğu orijinal metinden başlayıp minare çalındıktan sonra, kılıfının nasıl hazırlandığını göreceğiz.

 

 

Daha sonra biraz daha gerilere gidip, Osmanlı dönemindeki kaynaklara bakacağız.

 

 

Bir kere orijinal anlatımda fikrine başvurulan Şeyhin, devrin en büyük erenlerinden biri olduğu yazılmış.

 

 

Erenler, ağırlıklı olarak Bektaşiler tarafından kullanılmakta.

 

 

Yine orijinal anlatımda  Erenlerin bulunduğu mekan tekke olarak verilmiş. Bektaşi geleneğinde pirlerin, mürşitlerin, derviş ve muhiplerin içinde barındıkları, hizmet sundukları, ayin icra ettikleri tapımma evlerine tekke veya dergâh denir.

 

 

Deli Murat için öngörülen büyük bir menzil aç emri; geleni geçeni fakir, zengin ayırt etmeden doyurması, bir tür hayırsever kuruluş geleneğidir ve Bektaşilik kültürünün vazgeçilmez bir parçasıdır.

 

 

Tekkelerin o meşhur kara kazanların ocaktan hiç indirilmemesi; (ki, hikayede kaynayan kazanlar var), gelip geçenler hazır bulunan Baba çorbasından muhakkak nasibini alması bir Bektaşi geleneğidir.

 

 

Deli Murat için öngörülen günah çıkarma geleneği yine bir Bektaşi geleneğidir.

 

 

Müritler, Bektaşi Babalarının önünde suç-günah itirafında bulunurlar, Babalar ise onları affederler ya da Deli Murat’da olduğu gibi hayır yapması istenir. Tıpkı kiliselerdeki günah çıkarma ritüeli gibi.

 

 

Orijinal anlatımda Deli Murat’ın sabah namazını kılarken bulduğu Karababa, Cem arkanını saglayan Babalardan biri olsa gerek.

 

 

Ehl-i Beyt soyundan gelen ailelerin olusturdugu çevresel inanç merkezine ve ekolüne “ocak” denir. Bu ocaklara mensup olan kimselere de “Ocakzade” denir. Iste bu ocakzade olan, Alevi inanç sistemi içerisindeki ritüelleri ve cem erkânının uygulanmasını saglayan kisilere de “dede”, “baba” ya da “pir” denir. Ömer Seyfettin hikayesinde geçen Karababa Alevi dedelerinden biridir.

 

Peki hikayede çokça geçen ve Deli Murat’nın vicdanında sönmez bir azap cehennemine çeviren  kırk kana, kırk cana ne demeli?

 

Alevilerde bir can hakka yürüdükten kırk gün sonra, kırk lokması verilir.

 

Alavi-Bektaşi geleniğinde Hz. Muhammed’in 40"lar Meclisi denilen bir toplantıya katılmak istemesi sürekli anlatılır.

 

Kendini Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu olarak kabul ettirmiş olan Ömer Seyfettin’in yukarıda açıklamalarıyla birlikte verdiğimiz Alevi-Bektaşi geleneklerini bir kenara bırakıp, bir masal anlatımından esinlenerek bir hikaye yazmış olabileceğini kabul etmek oldukça zor.

 

Ömer Seyfettin gibi usta bir yazarın 15. Yüzyılda yazılmış Hacı Bektaş Veli-Valayetnameden habersiz olabileceğine de imkan vermiyoruz!  Çünkü Hacı Bektaş Veli-Valayetname’inde Ömer Seyfettin’in Kurumuş Ağaçlar hikayesi faklı bir anlatımla verilmekte. Velayetneme’deki rivayete göre olay şöyle geçmekte: Olay Denizlide geçer. Denizli’de birisi vardır. Uzun müddet yol kesip adam öldürmüştür. Günlerden birgün insafa gelir. Ona “Senin aradığın Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş Hünkar’dır’’ derler. ’’Onun huzuruna varırsan senin derdine derman olur”. Hacı Bektaş Veli onun eline ucu yanmış kuru bir köseyi verip “İyiliğim büyük bir yolun üzerine bostan ek gelip giden yolculara onun meyvesinden ver yesinler’’der. Bir yıl yine her zamanki gibi bostan ekip ürününden gelene gidene verir. Tesadüfen günlerden birgün birisinin hızla gittiğini görür. Önüne çıkıp “Kardeş biraz dur’’ der. Adam ’’Acele işim var gidiyorum’’ der. Bunun üzerine Bostancı yolcuyu orada öldürür.  Geri döndüğünde köseğinin yeşermiş ve tomurcuklanmış olduğunu görür. Tövbesinin kabul olduğunu anlar. Sonra Hacı Bektaş Veli’nin huzuruna çıkar. Traş olup taç giyer ve erenlerin hizmetinde bulunur. (Kısa anlatımı. İsteyenler İnternet üzerinden hikayenin tamamını okuyabilir.)

 

Bu makalede kullanacağımız başlığı ararken ’’Sunnileştirme’’ ve ’’Türkleştirme’’ arasında gidip geldik. Ömer Seyfettin’in 1920’lere kadar yaşadığını, Kurumuş Ağaçlar’ın  son hikayesi olduğunu bildiğimiz için, ’’Türkleştirme’’ daha uygun olur diye düşündük ama hikayenin metnine bakıldığında karşımıza şunlar çıkmaktı ve ’’Sunnileştirme’’nin daha uygun olduğuna karar verdik.

 

Ömer Seyfettin kahramanını Hacca göndermekte. Elli yaşından sonra Hac ziyareti! Alevi-Bektaşi geleneğinde böyle bir gelenek yok. Hac ziyareti Sunnilerin ölmeden önce yerine getirmek istediği dini emirlerinden biri olarak bilinmekte.

 

Deli Murat’ın her şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten haberdar olan, mübarek ihtiyarı sabah namazını henüz bitirmek üzere iken seccadesinde bulması olayında Ömer Seyfettin, okuyucusuna; hey okuyucalar bu işin karameti namazdadır, seccadeddir, Sunniliktedir demeye getiriyor.

 

Deli Murat’ın peygamberin mezarına yüz sürme arzusu ve son olarak da Ömer Seyfettin’in hikayeyi namus olgusuyla sonlandırması,  Alevi ve Bektaşileri Sunnileştirme çabalarının teşadüfü olmadığını, 1826’larda yaşanan  Vaka-i Hayriye’ler gibi sistematik ve planlı olduğudur.

 

İlhami Yazgan

 

iyazgan@web.de

 

Köln